“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”
Bediüzzaman Said Nursi
Buğday, Semih Kaplanoğlu’nun siyah-beyaz distopyası… Bu karanlık dünyada, daha ilk sekansla karşımıza çıkan; bölünmüşlük, mültecilik, açlık, kuraklık, kamplar, nereye gideceğini bilmeyen insanlar, post modern yapılar, gecekondular, çatışmalar, genetik laboratuvarlar, manyetik sınırlar, mutasyon, anomaliler, metafizik, etik ve benlik…
Buğday filmi, bütünden parçaya doğru bir geçiş ekseninde devam ediyor. Filmdeki görsellik, Nuri Bilge Ceylan’ın kadrajıyla yarışabilecek nitelikte. Filmin atmosferine uygun olarak seçilmiş ses kurgusu, başarılı bir şekilde sekanslara kendisini çok iyi bir şekilde sindirilmiş.
Baş karakter Cemil Akman, bir genetik şirketinde çalışmaktadır ve “Genetik kaos ve M maddeciği” adlı bir tezi vardır. Genetik şirketi; insanlığı kıtlıktan kurtarabilecek bir buğday tohumu üretmenin peşindedir. Cemil’in tezi, metafizik ve etik olduğu gerekçesiyle kabul edilmez. Cemil, şirketten ayrılır ve modern hayattan kopar. Doğu ile Ölü Topraklar olarak bilinen bölgeye geçer ve orada saf tohumun peşine yani insanlığı kurtaracak olan buğdayın peşine düşer. Bir nevi, içsel yolculuğunda insanoğlunun özüne doğru giden yola sapar.
Erol ise genetik şirketinde, yaşam teknolojileri bölümünde çalışmaktadır. Cemil’in sunduğu tez onun dikkatini çeker, onu bulmak için bir yolculuğa çıkmayı düşünür, yanına şirkette çalışan Andrei’yi de alır. Sınırı geçmesini sağlayacak bir rehber kadının aracıyla üçü; yakılmış ve harabeye dönmüş bir kentten çıkmanın yolunu ararlar. Çoğu yerde Trakovski’nin İz Sürücü filmiyle görsel bir bağ kurmayı da ihmal etmez. Filme dönersek dünyayı merkez – çevre olarak ikiye ayıran manyetik sınırı geçmeleri gerekir. Böyle bir ayrımı hangi gücün ya da otoritenin yaptığı filmde net olarak anlatılmamış olduğundan kafa karıştıran bir sekans olarak karşımıza çıkar: Erol ve Andrei bir şekilde sınırı geçerler, sınırı koruyan uzay aracı tarzı bir makineden kaçarlar, bir obruğun dibindeki baraja sığınırlar. Aracın obruk üzerine düşen gölgesini görürüz. Yollarına devam ederler. Birkaç çadır görürler, yanlarına vardıklarında hepsinin salgın hastalıktan öldükleri Erol’un ağzından dile getirilir.
Cemil Akman’ı bir nehrin kenarında etrafına çizdiği bir dairenin ortasında, küçük çadırının yanında bulurlar. Çizdiği bu daire, Cemil’i doğadaki tüm vahşi hayvanlardan ayıran sınırdır ve bu sınırın asıl sahibi Allah’tır. Bana göre bu daire çizimi bir nevi barışçıl bir işarettir de. Size ve doğanıza sarar verme niyetimizin olmadığını da bir göstergesidir.
Erol, onunla gelmesi için Cemil’i ikna eder. Kayıkla yola çıkarlar. Cemil, Erol’a bu yolculuğa dayanamayacağını söyler. Suyun içinde birden çok ceset görünür. Cemil tehlikenin farkına varır, kayığı hemen batırmaya çalışır. Erol bağırarak durdurmaya çalışsa da başarılı olamaz. Kayık batar. Bu sekans Kuran’daki Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın birlikte yaptığı yolculuğa atıfta bulunur. Bu yolculuğun çetin geçeceğini şu ayet bize gösterir: Bu ayette Hz. Hızır, Hz. Musa’ya: “De ki eğer bana uyacak olursan hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle anlatıp söz edinceye kadar. (Kehf, 18/70)” Peki, bu sahneyle bize ne anlatılmak işlenmiştir. Bana göre yönetmen şunu demek istemiş: Her bir eylemin bir görünen kısmı var bir de görünmeyen yani iç yüzü var. Bu iç yüzü ancak sabırla insan öğrenebilir. Daha doğrusu bir ayete de değdiği gibi şer olarak gördüğümüz şeyin arkasında hayır, hayır olarak gördüğümüz şeyin de arkasında şer olabilir der. Burada dikkat etmemiz gereken nokta bir ilim adamı ile bilim adamının arsındaki eylemin sonucuna dayalı bir farklılığı göstermeye çalışmasıdır. Her şeyin salt determinizmle açıklanamayacağının altını çizmeye çalışır.
Yönetmen bu sahneyle ondan sonra gelecek tüm sahnelerde Erol’un koşulsuz şartsız Cemil’e tabi olmasını sağlam bir zemine oturtur. İnsanoğlunun içini kemiren ön yargısını öldürmeye çalışır. Suyun içinde ölü taklidi yaparlar, onların üzerinden, daha önce gölgesini gördüğümüz ama gerçekte daha farlı olan, uzay aracı tarzı bir makine dolaşır. Araçların birbirinden farklı görünümü, senaryodaki çelişkili bir durumdur. Dergâha doğru yolculuk yaparlarken, çöl tarzı bir yerde asit yağmuru yağmaya başlar, çölün ortasında her hangi bir yol hissi uyandıracak bir kanıt olmadığı halde yanmış eski bir otobüsün içine sığınırlar. Sanki oraya helikopterle o otobüs indiriliş gibi. Bu görüntü filmin gerçekçiliğini yok eden bir sekanstır. Sonrasında bir yerde konaklarlar, Cemil yine çadırların etrafına dairesini çizer, geceleyin bir kurt çadırın etrafına gelir, o çizilen daireyi geçemez. Bu kadar mutasyondan söz eden bir filmde normal bir kurdu görmemiz şaşırtıcı bir etki yaratmaktadır. Bir şekilde dergâha varılır. Dergâhın içinde Cahit hu çekince dergâhın ışıkları yanmaya başlar. Temiz toprak o dergâhtadır. Bir diyalogda Cemil’in “Hepimiz bir rüyadayız ölünce uyanacağız,” demesi, “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip iyi dünya ve âhiret için yararı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” ayetiyle birebir örtüşür. Dergâhın tahta zeminini kaldırarak, saf toprağın üstünü açarlar, toprağı ırmağın kenarına taşırlar.
Toprağın çıkarıldığı yerde Cemil’in cenin pozisyonda uzanış olması da “Sizi (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.” ayetinin uygulaması gibidir. Taşınan bu toprak için, bir karınca sayesinde buğday bulunur. Bulunan aslında, artık arınmış olan bireyin ta kendisidir.
Halil Dusak