Kim olduğumuz, bir tercih meselesi midir? “Olmak” ne kadar beyazsa “zorunda kalmak” da o kadar siyah olsa gerek bu çizelgede. Peki ya arada kalanların rengi?
Yeni yılda vizyona girmesiyle birlikte adından çok söz ettiren ve Amerikan Film Enstitüsü tarafından 2016’nın en iyi on filmi arasına seçilen, Barry Jenkins yönetmenliğindeki 2016 yapımı Moonlight, bu soruların cevabını Miami’nin gettolarında arıyor.
Film, kurgusunda zamansal bir süreci işlediğinden başrolde yer alan Chiron’un çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemini anlatan üç bölüme ayrılmıştır. Bunlardan ilki olan “Little”, sonraki diğer bölümlerde Chiron’un yaşadığı boşlukların ve çözümsüzlüklerin hemen hemen bütün temel nedenlerini açıklar: cinsiyetçilik, ırkçılık, temel ihtiyaçların sağlıklı bir şekilde giderilememiş olması, sevgi ve güven eksikliği. Gerçek anlamda hiçbir zaman bir yuva olmayan evinde Chiron, bu sorunlarına çözüm bulamayınca arayışını dışarıda sürdürür. Ancak gerek okulda gerekse arkadaş çevresinde çaldığı kapılar, hep yüzüne kapanır. Ya bir “zenci”dir, ya “yumuşak”tır ya da bir korkak. Diğerleri gibi olmadığının farkındadır Chiron; ama bunun, diğerlerinden “ayrı” olduğu anlamına gelmemesi gerektiğine de ulaşabilecek olgunluktadır. Ne var ki toplum yargılarının görebildiği, yalnızca siyah ve beyaz; hissedebildiği, yalnızca gece ve gündüzdür. Bu çizgilerin gözünde ay ışığı, hiçbir zaman ortalığı aydınlatacak kudrette değildir. Dolayısıyla Chiron, takdir edilmek bir yana, sahip olduğu tek çevrede kendisi için tanımlanmış, ayrılmış bir yer bile olmadığını kabullenir.
Tabir yerindeyse bir süre bu şekilde araf hayatı içinde boşlukla mücadele ettikten sonra, bir uyuşturucu satıcısı olan Juan ile karşılaşır. Başlarda çekindiği için onunla sözlü olarak pek iletişime geçmek istemez, ama en nihayetinde tek tük cümlelerden de oluşsa, aralarında daha çok hislere dayanan bir konuşma, dahası, bir arkadaşlık başlar. Juan’a karşı yeterince güven hissettikten sonra Chiron, artık başı ne zaman sıkışsa ya da evinden uzaklaşmak istese Juan’ın yanına sığınır. Bu sırada Juan, Chiron’un yaşadığı, hem ırkçılığa hem de cinsiyetçiliğe dayanan kimlik sorununun farkına varmıştır. Kendisi de benzer bir süreç içinde büyüyen Juan, annesinin ilgisizliği ve babasının olmayışıyla dimağında aile kavramı gelişmemiş olan Chiron’un bu eksikliğini bir nebze gidermek ister; ona karşı bir baba, yeri geldiğinde de abi rolü üstlenir. Yaşadığı kimlik karmaşasında Chiron’u yönlendirmek için onunla her fırsatta konuşmaya çalışır. Nitekim bu konuşmaların birinde, sorumluluğun büyük kısmının kendisinde olduğunu hatırlatmak için Chiron’a, “Bir noktada kim olduğuna kendin karar vermek zorundasın,” der, böylece kurgunun da bel kemiğini oluşturan sorunu dile getirmiş olur. Ancak kendi hayatlarımıza da baktığımızda, bunu gerçekleştirmek ne kadar elimizdedir? Tamamen bize ait olduğunu düşündüğümüz yaşantılarımızda toplumsal rollerin bağlı olduğu ipler, buna ne ölçüde müsaade eder?
Ne yazık ki çoğunlukla ya Juan’ın bahsettiği o noktaya ulaşmak uzun sürmüş, ya ulaşıldığında geç kalınmış ya da “kendim” denebilecek bir kişi kalmamıştır artık. Kişilik problemlerinin çoğu da bundan kaynaklanır; bireyin, kendini toplum içinde bir yerde konumlandıramaması gibi, toplumdan ayrı bireysel bir varlık olduğunu da hissedememesinden. Ancak bu durumun ortaya çıkmasında yalnızca bireyin kişiliği etkili değildir; zira bu kişilik, toplumsal unsurların, olanakların, kuralların ve toplumun birey için biçtiği roller doğrultusunda inşa edilir. Birey, doğuştan tüm içsel özellikleri ve mizacıyla “olan”dır; bununla birlikte, sosyal bir varlık olması dolayısıyla bir o kadar da “dönüşen”, “değişen”, “şekil alan”dır. Bu yüzden henüz küçük yaştan itibaren bulunduğu sert ve acımasız çevrenin ona dayattığı üzere, nerede, hangi rolü oynaması gerektiğini, yani daha kendisinden canlandırmasını beklenenin “kimler” olduğunu dahi kestiremezken “kim” olduğu, Chiron’un zihnini en çok dağıtan, onda kişilik bozukluğuna sebep olan, ömrü boyunca Chiron için çözümsüz kalacak bir sorudur. Hayatının hemen hiçbir aşamasında bu soruya açık bir cevap alamaz Chiron. Juan’ın söz ettiği noktaya geldiğindeyse ne cinsiyet tercihi konusunda kendini tam olarak ifade edebilmiş ne de ırkçılığın bir başka kurbanı olmaktan kaçınabilmiştir.
Filmin eleştirdiği iki ana konu olan ırkçılık ve cinsiyetçilik, hem karakter seçimine hem de kurguya yansımıştır. Tamamen zencilerden oluşan oyuncu kadrosunda ırkçı söylemlerin sıkça tekrarı, zencilerin, kendi aralarında oluşturduğu hiyerarşi ve zenci kimliklerini aşağılık olarak gördükleri genel kabul, maalesef dünyanın her yerine yayılmış olan bir gerçeği gözler önüne serer: Gün ışığı, gözün algıladığı her noktayı öylesine şiddetli bir ateşle yakmıştır ki gece vakti geldiğinde karanlık, ışık olmadan tek başına bir anlam kazanamaz. Üstelik siyahın tonlarına katman katman ayrılarak kendi içinde de bir bütünlük oluşturamaz, isimsiz kalır. Yani beyaz renk, yokluğunda dahi siyah rengin bilincine toplumsal sınıfsallaşmayı işlemiştir. Cinsiyetçilik de tıpkı ırka dayalı ayrımcılık ve tanımsızlık gibi, arada kalmışlığın, net bir tarafa ait olmayışın kabul görmediği, acımasızca yargılandığı bir eleştiri unsuru olarak karşımıza çıkar. Chiron, çocukluğundan beri en yakın arkadaşı Azu’ya cinsel anlamda yakınlık duymaktadır ve bu sırrı yıllar boyunca dile getiremeden içinde yaşatır. Dolayısıyla sevmek ve sevgisine karşılık bulabilmek, Chiron’un, kişiliğini oluşturma sürecinde oturtamadığı bir diğer unsur hâline gelir.
Filmin “Black” başlığı altındaki üçüncü bölümünde Chiron, yıllar sonra annesinden ilk defa “Seni seviyorum,” sözünü duyar, üstelik bakışlarında da ilk kez annelik şefkatini gerçek anlamıyla görür. Ancak en çok çocukken ihtiyaç duyduğu ve kişiliğinin oluşum sürecinde eksikliğini derinden hissettiği bu sevgi göstergesi için, bu kez de çok geç kalınmıştır. Zamanında doldurulması gereken boşluklar öyle geniş hâle gelmiştir ki, yıllar sonra yerine oturtulmak istenen taşlar, giderilmeye çalışılan eksiklikler, boşluğu doldurmaya yetmez. Oysa Chiron’un tek çabası bir kimlik edinmek, toplumda tamamen kendine özgü olan bu kimlikle yer edinmeye çalışmak ve “Ben kimim?” sorusuna bir karşılık bulabilmekken, geldiği son noktada bir anlamda şekilsiz, renksiz bir “kimse”dir artık. Ne kendine has özellikleri aydınlatan bir ışık ne de tamamen hiçlikten oluşan bir karanlık; tıpkı bir ay ışığı gibi…
Taşıdığı hararetli eleştiri konularına karşın pek de hareketli bir kurguya sahip olmayan Moonlight, diyalogların hızlı temposunu kullanarak kısa yoldan ve doğrudan vermek yerine, iletmek istediği mesajı daha ağır bir tempoda seyreden uzun sessizlikleri kullanarak hissettirmeye çalışır. Bu özelliğiyle filmin adı da ayrı bir anlam kazanır. Zira ay ışığı bir anda aydınlatmaz; ağır ağır ve usulca ilerler, sakindir. Ardında birtakım belirsizlikler, gizli kalmış yerler bırakır. El yordamıyla hissedip emin olmadan her şey başlı başına bir soru işaretidir. Chiron’un, kendine yönelttiği gibi, “Gün ışığı mıyım, gece karanlığı mı? Yoksa ikisinin ortasında kalmış ay ışığı mı?”