Hiçbir ayak izi tek başına bir ilerleyiş değildir; her adım, bir sonrakini yanı başına çağıran bir davettir aynı zamanda. Türkiye’de kadının yalnız bırakılan sesi de her bir çaba ve beraberindeki başarıyla birlikte bu ortak kaderi paylaşan öykülerde yankısını bulacaktır; gerek bir şarkının kırılgan sözlerinde gerekse beyazperdenin en masum dokusunda. Anlatmanın, öğretmenin, paylaşmanın en güzel yolu olan sanat da bu yankıyı çoğaltmak üzere Sefa Öztürk’ün kapısını ilham sesleriyle çalar ve Türk sinemasında sağlam adımlara gebe olan tüm yolculuk, kapının ardına dek açılmasıyla başlar.
8 Mart 2019’da vizyona girecek olan ilk uzun metraj filmi Güven ve sinema dünyasındaki yolculuğu üzerine Sefa Öztürk’le söyleşimiz…
Öncelikle sizi tanımakla başlayalım Sefa Hanım. Düzce’den yola çıkıyoruz, ardından üniversite yılları İstanbul’a çeviriyor yüzünü. Bu noktaya kadar sanat ve özellikle sinema, hayatınızın neresindeydi? Salt bir ilgi olarak mı var yoksa beyazperdeye o yıllarda dâhil olmaya başladınız mı?
Evet, hikâyem Akçakoca’nın küçük bir köyünde başladı. Küçük olduğunun farkında değildim tabii çünkü dağ, tepe ve derenin sınırı yoktu. Bir sonsuzluk duygusu ve doğanın bir parçası olmanın güven duygusu vardı başlangıçta. Sınır algısı sonradan devreye giriyor. İlkokulu bitirip okumaya devam edeceğim diye diretince, evin büyükleri de, “İmam Hatip Lisesi’ne gidebilirsin, aksi takdirde okuyamazsın, erkeklerle aynı okula gitmeni istemiyoruz.” diye diretti. Böylece ortaokul ve liseyi imam hatipte bitirdim. Genelde bunu söylemekten imtina ederim çünkü insanların kafasında sadece politik değil, sosyal sınırlar bile çok keskin olduğu için, sanki yağmur ormanlarında yaşayan, az bulunur bir papağan görmüş gibi davranıyorlar. Sinemayla da pek bir ilişkim yoktu, ilk sinemaya gittiğimde sanırım orta son sınıftaydım. Edebiyat bir tutkuydu benim için. Bolca okuyup yazıyordum. Öykü, deneme ve günlük. Hâlâ günlük tutarım, kendimi anlamamda çok yardımcı oluyor. Yazar olmanın hayalini kuruyordum o zamanlar. Dertlerim vardı ve bu dertler ‘kadın olmak’ üzerinden şekilleniyordu. En azından bunları kâğıda dökmek iyi geliyordu.
Bambaşka bir alan olan inşaat bölümünün sınırlarından çıkıp sanata, sinemaya soyunmak gibi radikal bir karar veriyorsunuz. Bize bu süreçten biraz bahseder misiniz?
İnşaat okumam tamamen ülkenin yanlış eğitim sisteminin bir sonucuydu. Okurken de alanımda çalışmayacağımı biliyordum. Tabii sayısal bölümde okumanın bana çok temel bir katkısı oldu. Perspektif duygusunu, sistematik düşünmeyi öğretti ve öğretmeye de devam ediyor. Fizik ile aram hâlâ iyidir. Kuantum mekaniğini bilir, astrofizik ile ilgili ne bulursam okur, yapay zekayla ilgili –artık geliştirilmiş zeka diyorlar- gelişmeleri takip ederim. Sonuçta fizik evrenin/hayatın nasıl çalıştığını keşfedip anlamlandırmaya çalışıyor. Biz de bunu sanatla yapmaya çalışıyoruz. Bana radikal bir değişiklikmiş gibi gelmiyor alan değiştirmek. Bir de insanın tek yönlü olmadığını düşünüyorum. Disiplinler arası sanatı bu yüzden çok seviyorum ve heyecan verici buluyorum.
Gazetecilik, televizyon programcılığı, kurgu operatörlüğü gibi sektörün çeşitli alanlarında bulundunuz. Özellikle bir kadın olarak bu süreçte bulunmanın zorluklarını sıkça dile getiriyorsunuz. Sizin hikâyenizde en zorlayıcı durumlar neler oldu?
Kurgu yaptığım sıralarda “Aslında ben kendi hikâyelerimi anlatmak istiyorum,” dedim ve sinema yapmaya o zaman karar verdim. Yirmi beş yaşındaydım ve yönetmen yardımcılığı yapmaya başladım. Ne istediğimi bulmak için bu uzun bir yoldu ama yönetmenliğe başlamadan önce işin her aşamasını öğrenmemi sağladı. Birbirinden çok farklı hayat olasılıklarının içinden geçmek hikaye için zengin bir kaynak sağladı. Siz insan olarak içinizde bu kadar donanımlı ve derinlikli iken, öte yandan kadın olduğunuz için dışarıdan çok yüzeysel bir şekilde algılanabiliyorsunuz. İlk filmini çekmiş bir ‘yönetmen’ olarak kendimi ispatlamak zorunda olabilirim ama ‘kadın yönetmen’ olarak olmamalıyım. Bir filmi izlerken erkek yönetmen olduğu için olmuş ya da olmamış diyerek mi izliyoruz? Bu çok indirgemeci ve yüzeysel bir bakış açısı. Hâlbuki cinsiyetlerimiz varlık hâlimizdir, varoluşumuz ise insan olmaya dair bir bütündür. Var oluşumuzu bu kadar yüzeysel, varlık hâllerimizi bu kadar indirgemeci algılayınca ürettiklerimizde derinlikten uzak oluyor. Sinemamız melankolik erkek karakterlere, kurban arketipine sıkışmış kadın karakterlere yakılan ağıtlarla dolu. Ama bizim işimiz ağıt yakmak değil.
2010’lu yıllarla birlikte kameranın yanında ilerleyen süreci, yönetmenlik koltuğuna taşıdınız ve hem ulusal hem de uluslararası yarışmalarda çeşitli ödüllere layık görülen Arka Bahçe (2011) adlı kısa filminizle ilk adımı attınız. Peki, bu filmin arka bahçesinde neler var? Nereden yola çıktınız? Bu yolda neler, hangi yönde değişti?
Hani mesajı çok açık ve çok açık olduğu için çok etkisinde kaldığınız rüyalarınız vardır. Arka Bahçe, benim etkisinde çok kaldığım bir rüyamdı ve çekip dışarı çıkarmak istedim. Kadınlık hâlimizi nasıl algıladığımız üzerine çok içten bir film.
Kısa film yönetmenliğinin ardından kalemi de elinize alıp bu defa uzun soluklu bir yolculuğa çıkıyor ve Güven’in (2017) temellerini atıyorsunuz. Bu hikâyenin çıkış noktası nedir?
Her hikâyenin çıkış noktası farklıdır. Bazen bir karakter başlangıç noktası olur bazen bir durum. Güven önce temasıyla geldi. Yapımcımla başka bir filmin post prodüksiyonu sırasında, yaptığımız bir sohbetten çıktı. Öz güveni olmayan ve güven arayan karakterler. Yazdıkça anladım aslında güven’in ne olduğunu. Özgüven kelimesi en sık duyduğumuz kelimelerden biri ama insan özüne nasıl güveneceğini bilmiyor. İçeride nasıl bulacağımızı bilmediğimiz için hep dışarıda arıyoruz güveni ve beklentilerimiz üzerine kuruyoruz bu alışverişi. Beklentilerimizin karşılandığı noktayı sabitlediğimiz yere güven diyoruz. Hayatta/evrende ne sabit ki, beklentinin sürekli karşılandığı bir sabit olsun? Ayrıca bir beklenti varsa yanı başında da kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı vardır.
Film güvenin ne olduğunu tanımlamaktan ziyade güven kavramının işleyişini anlatıyor. Bütün bu işleyiş hikayenin kurgusuna yerleşmiş durumda. Onun için seyircinin beklediği sabitleri vermiyor film. Karakterler güveni ararken seyirci de güvenecek, özdeşleşecek bir karakter arıyor. Karakterler birbirlerinden bir şeyler saklarken film de seyirciden bilgi saklıyor.
Güven, özellikle Türk sosyal normlarını göz önünde bulundurduğumuzda gerek kurgusu gerekse diyalogları ve karakter ilişkileriyle çarpıcı ve iddialı bir senaryoya sahip. Nitekim bu özellikleriyle etik çevrelerce de eleştiri oklarının muhatabı durumunda. Ne var ki bir tarafta çırılçıplak bir toplum gerçekliği yer alırken diğer tarafta “ayıpların” susturucu örtüsü beklemekte. Bu ikili duruma göre genel itibarıyla filme yönelik tepkiler nasıl oldu? Senaryoya başlarkenki beklentileriniz ile filmi tamamladığınızda ortaya çıkan eser arasındaki farklardan söz edebilir misiniz?
Aslında film yeni yeni ortaya çıkıyor ve henüz seyirciyle gerçekten buluşmadı. Şimdiye kadarki festival gösterimlerinde filmin ne anlatmak istediğini anlayıp çok seven de var. Neden bana özdeşleşecek duygular vermiyorsun diyen de oluyor. Bütün o gerilimin içinde bolca gülüyorlar da. “Türk erkeği böyle yapar mı?” diye soran da oluyor. Bütün bunların çırılçıplak toplum gerçekliğinden ziyade, çırılçıplak insan gerçekliği olduğunu düşünüyorum ve ayıpların susturucu örtüsü de bu gerçekliğin bir parçası. Film diyor ki, örttüğümüz gizlediğimiz sürece güven duyamayız, sadece ‘mış’ gibi yaparız. Ve tabii ki bunun anlaşılmasını arzu ediyorum.
Filmde kadın ile erkek kavramları, aile kurumu çatısı altında bir bütünlük ve birliktelik ilişkisi yansıtmaktan ziyade iki ayrı kutba yerleştirilmiş ve bu durum, psikolojik bir uzaklık olmanın ötesinde çeşitli sahnelere de yansımış. Örneğin daha önce aynı salıncakta yan yana otururken gördüğümüz çift, polis memuru tarafından sorgulandıkları sahnede masanın iki ayrı ucuna konuşlandırılmış. Senaryonun yazım sürecinde siz bu kutupların hangi tarafında (daha çok) yer aldınız?
Yazarken karakterlerinize bir taraftan bakamıyorsunuz. Karakterin 360 derecesini bilmek zorundasınız. İçine girip onunla birlikte yaşıyorsunuz, etrafında dönüyorsunuz, sonra dışarı çıkıp bir de yukarıdan bakıyorsunuz. Oyun kurucuysanız taraf olamazsınız. Onun için daha çok bir tarafta meyletmek yazmanın doğasına ters bence. Karakterin hareket alanı kısıtlanır, diyaloglar akmaz. Bir şeyler ters gitmeye başlar.
Güven köprüleri sarsıldıkça artık ne yan yana olmaları Meryem ile Ali’nin aralarında gittikçe kadim hâle gelen bu mesafeyi ortadan kaldırabiliyor ne de konuşmaları, dokunuşları, sevişmeleri, birbirlerine nüfuz edebilmelerine olanak sağlıyor. Karşılıklı şüphe ile yayılıp uzayan böyle bir mesafeler bağlamında her iki karakter açısından suç ve suçlu kavramlarını nasıl yorumluyorsunuz? Erkek ve kadın olarak iki ayrı kutba yerleştirdiğimiz karakterler, suçluluk çerçevesinde nasıl bir ayrım sergiliyor; güveni sarsan hareketin faili olmak mıdır suç, yoksa şüphe tohumlarını besleyip büyütmek mi?
Yukarıda dediğim gibi, örttüğümüz gizlediğimiz sürece güven duyamayız yani huzur bulamayız, sadece ‘mış’ gibi yaparız. Ben suç ve suçluluk çerçevesinden çok böyle bir yerden bakıyorum. Tabi ki bu çerçevede kadın ver erkeğin konumlanışı farklı oluyor. Kadın suçluluk duygusu ekilerek büyütülüyor, erkek ise erkek olma gerekliliğinin altına ezilerek. Meryem ve Ali de bu olguların etrafında dönüp duruyorlar. Kadınlar değişim dönüşüm konusunda daha esnekler. Onun için Meryem hayatını değiştirmeye çalışıyor, yüzleşmekle ilgili daha cesur. Ali’nin bütün eylemi ise erkekliğini onaylamak üzerine kurulu.
Bu anlamda toplumsal cinsiyet rollerinin kadına yüklediği bir sorumluluk addedilen “Güven”, Meryem’in muhafaza etmesi gereken bir kavram olarak mı okunmalı yoksa Ali’nin gittikçe bir girdaba dönüşen şüphelerine karşılık bir ironik bir başlık mı?
İçinde bolca ironi olan trajik bir gerçeklik tablosu diyebiliriz.