Hasan Ete, henüz öğrencilik yıllarında çektiği Meftun (2017) ve hemen ardından tamamladığı Meryem Ana (2018) isimli kısa belgesel filmleri ile yönetmenlik kariyerindeki ilk adımlarını başarıyla tamamlamış bir isim. Bu yıl seyircisiyle buluşan bir diğer kısa belgeseli İyi Ölüm ile ise gerçek bir başarı elde etti. Başta 25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülü dâhil olmak üzere birçok ödülün sahibi olan Hasan Ete ile filmografisini ve İyi Ölüm’ü detaylıca konuştuk. Keyifli okumalar.
Özellikle ülkemizde uzun metraj belgesel ve kısa metraj filmlerin pek değer görmediği gibi yakın zamanda iyiden iyiye ötekileştirildiği düşünülmektedir. Sen ise kısa metraj belgesel yaparak çok daha zorlu bir yolda ilerlemeyi tercih ediyorsun. İlk filmin Meftun, ardından Meryem Ana ve nihayetinde asıl odağımızdaki İyi Ölüm… Hepsi de kısa belgesel. İlk günden bu yana bu konuda kararlı mıydın yoksa kendiliğinden mi şekillendi? Nasıl gelişti tüm bu süreç?
Aslında üniversiteye başlarken belgesel alanında çalışma ve yönetmen olma fikrim yoktu. Sadece sinemayı sevdiğimi biliyordum ve yoldaki işaretleri takip edip ilerleyecektim. Şu anki kariyerim de böyle gelişti aslında. Kendimi, ikinci filmim Meryem Ana‘dan sonra belgesel sinemada daha iyi ifade edebildiğimi fark ettim. Daha sonrasında İyi Ölüm ile birlikte bu, benim için daha da netleşti. Ama şunu söylemekte fayda var: Ben hikâye neyi gerektiriyorsa onu yapıyorum. İlerleyen zamanda kurmaca da yapabilirim. Kısacası süreç içerisinde fikrim değişebilir. Son olarak belgesellerle ilgili bahsettiğin durumu özellikle 2024 yılında çok net fark ettim. Küçük ve büyük festival fark etmeksizin, gösterim takvimlerinden salon planlamalarına kadar birçok alanda ötekileştirme mevcut. Bu durumu anlamak gerçekten güç.
Her ne kadar üç filmin de kısa metraj belgesel olmasıyla veya insan hikâyelerine yer vermesiyle benzeşse de Meftun ile Meryem Ana’yı ayrı İyi Ölüm’ü ayrı bir yere koymak gerekiyor. Zira yaşlılık, yalnızlık, ölüm, özlem gibi temalar özelinde ortaklaşan filmler çok keskin başka bir noktadan ayrışıyor: Meftun ile Meryem Ana hikâye sahiplerinin tamamıyla kendi beyanlarından oluşurken, İyi Ölüm tam anlamıyla gerçeğin belgelendiği bir yapım. Meftun’daki Mehmet ile Meryem Ana’daki Meryem, geçmişi belki de hatırladıkları gibi değil de hatırlamak istedikleri anlatıyor olabilirler. Veya hafızaları onlara artık oyun da oynuyor olabilir. Bu nedenle bu tarz belgesellerin güvenilirliği, gerçekçiliği hep kuşkuludur. Fakat İyi Ölüm, hâlihazırda yapılan bir ritüeli kayda alıyor. Bir kutlamayı, düğünü, cenazeyi kayda almak gibi… Sen nasıl değerlendiriyorsun? Bu yaptığım ayrıma katılıyor musun?
Aslına bakarsan, filmlerimdeki karakterlerle kurduğum duygusal bağdan olsa gerek, bu dediğini daha önce düşünmemiştim:) Ancak sana katılıyorum. Bu tür belgesellerde, karakterlerin kendi beyanları üzerinden ilerlediğimizde doğruluğun ve güvenilirliğin sorgulanabilir olması oldukça doğal. Bir belgesel, ne kadar gerçekliğe dayansa da, bazen anlatıcının kendi bakış açısını ve hafızasını yansıtabilir. İyi Ölüm ise her yönüyle benim için çok farklı bir deneyimdi. Tamamen gerçek ve tekrarın olmadığı bir anı, ritüeli ya da vedalaşmayı kayda aldık. Aslında buradaki ayrımı sağlayan en önemli şey, tekrarı olmayan bir anı kayda almaktır.
Filmografin ile ilgili ilginç bir şey daha var. Üç filmin de öncesinde sana bir yolculuk yaptırıyor. Mehmet’in hikâyesinin arkasından Ağrı’ya, Meryem’in hikâyesinin arkasından ise Şırnak’a gidiyorsun. İstanbul’a hayli uzak olan bu iki kentin ardından bu kez başka bir ülkeye geçiyorsun. Filmler, biraz da hem sana hem de seyirciye yaptırdığı yolculukla kendini var ediyor. Hem mesafe hem de kültür anlamında hayli uzaktaki bu hikâyeleri nasıl buldun? Ya da bu hikâyeler seni nasıl buldu?
Aslında hiçbir zaman “film çekmeliyim” diye masanın başına oturup çalışmadım. Bazı dönemlerde enerjim tamamen film yapmaya dönük oluyor ve o zamanlarda algımın daha farklı çalıştığını hissediyorum. Belki de bu yüzden hikâyeler bir şekilde karşıma çıkıyor. Meftun, bir haberden yola çıkarak yaptığım bir belgeseldi. Ağrı’da çekim yapmak, özellikle ilk denemem için oldukça zorlu bir karardı. Ancak Mehmet’in hikâyesi, abimin hikâyesiyle benzerdi ve bu bağ beni cesaretlendirdi. Meryem Ana ise annem ve ablamın hikâyesinin Şırnak’taki bir yansıması gibiydi. Fakat İyi Ölüm’de işler tamamen farklıydı. Hollanda benim için tamamen bilinmeyen bir yerdi. Ancak bu kez de hikâye, babamın hikâyesine çok benziyordu. Aslında benim için önemli olan bir hikâyenin ne kadar ilginç ya da özgün olduğu değil, onunla kişisel bağlantım. Bu bağ kurulduktan sonra büyük bir motivasyona sahip oluyorum ve coğrafya ya da mesafeler önemini yitiriyor diyebilirim.
Peki, o zaman İyi Ölüm’e odaklanalım istersen. Biraz önceki soruya da bağlayarak sormak istiyorum. Filmi, ilk kez 25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nde izlediğimde çok heyecanlanmıştım. Çünkü bir yerli yapım, hikâyesini buralardan değil de başka bir ülkeden seçiyor. Oysa biz genelde; buralı bir yönetmenin ülke sorunlarına ya da gurbetçi bir yönetmenin bize ve bizim hikâyelerimize oryantalist bir bakış sunmasına alıştırıldık. Fakat sen, bambaşka bir coğrafyaya ve bambaşka bir kültüre uzanıyorsun. Bir nevi belirlenen sınırları aşıp kozanın dışına çıkıyorsun. Yurtdışında film çekmek, hikâyeyi oradan seçmek, nasıl bir deneyimdi? Hiç kıyaslama yaptın mı?
Dilek Ambulans Vakfı ile karşılaştığımda yapılan şeyden gerçekten çok etkilenmiştim. Vakıf, sınırlı vakti kalan terminal dönem hastalarının son dileklerini yerine getiriyordu. Önceki iki filmim de bir karakter hikâyesiydi. Fakat karşılaştığım bu konu tam anlamıyla evrenseli yakalayabileceğim güçteydi. Ölüm, kültürden bağımsız bir gerçek; hepimizi eşitleyen, evrensel bir ortak paydadır. Bu nedenlerden bir tanesi, fakat Hollanda’ya gitmemin bir diğer önemli nedeni ise vakfı kuran Kees Veldboer ile olan iletişimim. Kendisine projeden ve yapmak istediklerimden bahsettim ve belli bir süre sonra bana onay maili gönderdi. Fakat yalnızca üç gün sonra kalp krizi nedeniyle vefat etti. Bu durum benim için büyük bir kırılma noktasıydı çünkü İyi Ölüm, Kees’in son dileği gibi bir anlam kazandı. Coğrafya olgusunu kafamdan kaldıran en önemli şey de bu oldu aslında. Çünkü artık söz verdiğim biri vardı ve artık tamamen bitirmeye odaklandım.
Net bir kıyaslama yapmadım doğruyu söylemek gerekirse. Turist olarak bile bulunmanın zorlaştırıldığı yabancı bir ülkede film yapmanın ne kadar meşakkatli bir süreç olduğunu bence birçok kişi tahmin edebilir. Eğer bir hikâye beni bambaşka bir yere götürebiliyorsa, bu o hikâyenin derinliği ve kurduğum ilişkiyle ilgilidir.
Son yıllarda kısa filmlere koyulan isimlerin gerçekten çok etkileyici ve özgün olduğunu düşünüyorum. İyi Ölüm de bunlardan biri. Ama bu ismi nasıl buldun diye sormayacağım. Çünkü bu iki kelimenin tıpta bir kavram olduğunu biliyoruz. Daha doğrusu benim gibi bilmeyenler film sayesinde öğrenmiştir diye düşünüyorum. Hatta benim gibi bu kavramla ilgili birkaç detay duyduktan sonra hakkında yazılmış birçok makale okumuş seyircilerin olması da ihtimal dâhilinde. Peki, ama sen “iyi ölüm”, kavramını öğrendikten sonra bu kavramın filmin ismi olmasına nasıl karar verdin, başka alternatifler var mıydı? Bir de “iyi ölüm” kavramını bilmeyen okuyucularımız için de detaylıca anlatır mısın?
“İyi Ölüm” kavramıyla ilk kez, o ön araştırma döneminde okuduğum makalelerde karşılaştım. Bahsettiğin gibi, bu tıpta geçen bir kavramdır. Tıp literatüründe “İyi Ölüm” bireyin mahremiyetine ve hassasiyetine saygılı, duygusal, ruhsal ve dini ihtiyaçlarının karşılandığı ve vedalaşmak için yeterli zamanın olduğu ölüm olarak tanımlanır. Bu bence yalnızca hasta için değil, yakın çevresi için de bir anlam ve huzur taşıyor. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğu düşünülürse, bu sürecin insana yakışır şekilde tamamlanması, hem tıbbi hem de insani açıdan büyük bir öneme sahip. Kavramı detaylı araştırdığımda, kafamda herhangi bir alternatif olmadan doğrudan “İyi Ölüm” ismini seçtim ve belgesele de doğrudan hizmet eden bir isim oldu.
İki zıt kelimenin yan yana gelişi beni oldukça düşündürmüştü. Bu kavramla film sayesinde tanıştım ve bende uyandırdığı etkinin, filmi gören kişilerde de benzer bir merak uyandıracağını düşündüm açıkçası. Gerçekten de öyle oldu. Filmin ismi ve afişi, belgeselin tanınmasında büyük bir rol oynadı. Afişi tasarlarken de ismin taşıdığı derin anlamı yansıtmaya çalıştık. Festivallerde ya da başka mecralarda, filmi gören hemen herkes ismi ve afişi çok ilginç bulduğunu belirtiyordu. Sonuç olarak gerçek anlamda içime sinen farklı bir isim oldu.
İyi Ölüm’de seyredilenler her ne kadar Hollanda’da yaşanan bir gerçeklik olsa da aslında her yerde yaşanabilecek, evrensel bir mevzudur. Merak ediyorum; Dilek Ambulansı Vakfı’nı öğrendikten sonra herhangi bir araştırma yaptın mı? Başka bir yerde böyle bir kurum, uygulama veya gelenek var mıymış? Günün sonunda ülkemizde bile kısıtlı da olsa hospis ve palyatif bakım yapılmaktadır. Ama bu hospis ve palyatif bakımın bir parçası olan: “Ölmekte olan kişinin ve sevdiklerinin/akrabalarının psikolojik, sosyal ve spiritüel gereksinimlerinin karşılanmasını destekleyin!” maddesinden yola çıkarak kurulmuş Dilek Ambulansı gibi başka bir vakıf var mı? Ya da filmin bu anlamda bir etkileşim yaratacağını düşünüyor musun?
Elbette Dilek Ambulansı Vakfı ile iletişime geçmeden önce kapsamlı bir araştırma yaptım. Öncelikle vakıf hakkında bilgi vermek gerekirse, Dilek Ambulansı Vakfı 2007 yılında Rotterdam’da, o dönemde bir ambulans şoförü olan Kees Veldboer tarafından kurulmuş. Her şey, Kees’in bir terminal dönemdeki hastayı başka bir hastaneye naklederken yaşadığı bir olayla başlıyor. Alıcı hastanenin hazır olmadığını öğrenince, hastaya yapmak istediği özel bir şey olup olmadığını soruyor. Emekli bir denizci olan Mario Stefanutto, Vlaardingen Kanalı’na gitmek istediğini söylüyor. Kees bu dileği yerine getiriyor ve Mario, vefatından önce Kees’e özel bir teşekkür mektubu bırakıyor. Bu olay Kees’i derinden etkiliyor ve Dilek Ambulansı Vakfı’nı kuruyor. Bugün, Dilek Ambulansı 19 farklı ülkede faaliyet gösteriyor. Ancak ülkemizde benzer bir oluşum yok. Daha çok çocuklara yönelik, küçük ölçekli çalışmalardan söz edilebilir, fakat bu kadar profesyonel ve kapsamlı bir organizasyon henüz bulunmuyor.
İyi Ölüm’ü yaparken aklımda böyle bir etkileşim yaratma fikri vardı. Film, böyle bir hizmetin gerekliliğini de ortaya koyuyor aslında. Türkiye’de bu vakıf ve hizmet ile alakalı bilgi oldukça sınırlı. Filmin tamamlandığı yıl, Hollanda ile Türkiye arasında diplomatik ve kültürel açıdan özel bir yıla denk gelmesi, filmin ilgili mercilere ulaşmasını kolaylaştırdı diyebilirim. Önümüzdeki dönemde ilk aşamada küçük ölçekte de olsa böyle gelişmeler olabilir.
Film, her ne kadar son dileği gerçekleştirilen tabiri caizse ölüm döşeğinde olan birinin hikâyesiymiş gibi dursa da aslında iki ayrı hikâye var seyircinin karşısında. Hastalığının terminal döneminde olan Wim Beuving ve emeklilik yıllarını ölmeden önce son dileği olanlara yardım ederek geçiren Frank Halter… Hatta her ne kadar filmin ilk sahnelerinden birinde Wim ve Frank’i aynı kadrajda görsek de seyretme deneyimine Frank’i tanıyarak devam ediyoruz. Tüm bu matematiği nasıl kurdun? En baştan beri böyle mi karar verilmişti? Yoksa kurguda mı böyle şekillendi?
Üniversitede öğretilen ve genel olarak belgesel yapımına dair: “Ne kadar fazla görüntü toplanırsa o kadar iyi olur” gibi bir anlayış vardır. Malum “kurguda hallederiz” düşüncesi sıkça dile getirilir. Fakat bana bu, hiçbir zaman doğru bir yaklaşım gibi gelmemiştir. Çünkü bu yöntem, yönetmenlik açısından belirgin bir etki bırakmamayı beraberinde getirebilir diye düşünürüm. İlk filmimden itibaren böyle bir çalışma tarzını benimsemedim. Ön araştırma sürecim genelde oldukça uzun sürer. Bu süreçte kafamda bir yapı oluşturur ve o yapıyı hayal etmeye başlarım. Elbette bir belgesel yapacağım gerçeğinden kopmadan bunu yaparım. İyi Ölüm için çekimler, bir belgeselci açısından birçok risk ve bilinmezlik barındırıyordu. Frank, bizim için kontrol edebildiğimiz ve rutinlerini bildiğimiz biriydi, ancak hasta ile önceden bir iletişim kurmak mümkün değildi. Buna rağmen sete girmeden önce bir kurgu ve senaryo hazırladım. Hollanda’ya, sınırları belli olmayan bir hikâyeyle gitmek sonuç almayı neredeyse imkânsız hâle getirebilirdi. Ya da ne varsa çekelim mantığıyla hareket etmek zorunda kalacaktık. Ancak çekime başlamadan önce kafamda, “ailesiyle vakit geçirmek isteyen”, “sahile gitmek isteyen” gibi belirli maddeler içeren bir dosya vardı. Bu dosya, vakfa önceden sunuldu ve bu sayede vakıf bu yönde dilekleri olan bir hastayı bulabildi. Günlük ortalama beş farklı kişinin son dileği gerçekleştiği için bu sınırlama önemliydi. Wim Beuving ve ailesi bu noktada bizim için büyük bir şanstı.
Çekimler sırasında sahadaki değişkenleri göz önünde bulundurarak yaptığımız hazırlık, hem benim hem de ekibin işini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Orada yoğun bir duygu akışı vardı ve kamerayı nereye çevirsek iyi görüntüler yakalayabilirdik. Ancak, ne çekeceğimizi bildiğimiz için kafa karışıklığı yaşamadan, enerjimizi ve odağımızı doğru bir şekilde yönlendirebildik. Bu hazırlık, sahada gereğinden fazla aksiyon göstermemizi önleyerek bir anlamda ailenin gözünde “görünmez” olmamızı sağlayan bir diğer unsur bence. Sonuç olarak, İyi Ölüm’ün kurgusu bir haftada tamamlandı. Çünkü kafamdaki sıralama büyük ölçüde hazırdı. Kurgu sürecinde yalnızca görüntüleri yerleştirdik ve küçük değişiklikler yaptık. Frank ve hasta arasındaki denge, en başından beri planlamamızın bir parçasıydı. Ben kurmaca titizliği ile belgesel film yapıyorum ve bu birçok yönden bana fayda sağladı diyebilirim.
Biraz önce de ifade ettiğin gibi son dileği gerçekleştirilecek kişiyi sen seçmemişsin. Bu kişinin Wim olmasına nasıl karar verildiğini de anlattın aslında. Ama ben bu mevzu üstünde biraz daha duralım isterim. Çünkü tanık olduğumuz üzere Wim, oldukça şanslı biri. Sevdiklerini hep yanında görüyoruz. Wim, hem son dileği gerçekleştirilen hem de yalnız ölmek zorunda kalmayanlardan. Belgeseli izlerken: “Bu insanlar acaba belgesel çekimi var diye mi burada yoksa Wim, gerçekten sevdikleri tarafından asla yalnız bırakılmayan biri mi?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Ne dersin? Bu soruyu sormakta haklılık payım var mı?
İyi Ölüm’ün en büyük zorluklarından biri de çekimini yapacağımız hastayı önceden bilemiyor oluşumuzdu. Daha önceki soruda da belirttiğim gibi, hastaya dair yalnızca belirli maddeleri vakfa iletebiliyorduk. Onun dışında hiçbir yönlendirme şansımız olmuyordu. Hastalarla önceden zaman geçirmek gibi bir durum söz konusu değil. Çekimi kabul eden aileye kısa bir bilgilendirme gönderiliyor. Sonrasında dileğin gerçekleşeceği gün, hastanın ailesiyle bakım evinin kapısında tanışıp kayda girdik.
Bu soruyu sorma haklılığına dair net bir şey söylemek benim açımdan doğru olmaz. Sonuç olarak, orada bulunan herkesin Wim için kıymetli bir şey yaptığı gerçeğini değiştirmiyor. Benim hissettiğim ve gözlemlediğim kadarıyla herkes gerçekten orada olmak istediği için oradaydı. Öte yandan, ön araştırma sürecinde katıldığım diğer dileklerde, hastalar genelde gerçekten yalnızdı. Katıldıklarım arasında Wim kadar kalabalık bir aile görmemiştim. Bu, belki de diğer hastaların bir tercihi olabilir; bilemiyorum. Wim’e dair çekim esnasında ve sonrasında ekip olarak hissettiğimiz şey Wim’in sağlıklı olduğu dönemde sevilen biri olmasıydı. Kayda almadığımız birçok duygusal ve samimi anlar vardı.
Peki, vakfa başka başvuranlarla veya başka vakıf gönüllüleriyle zaman geçirdiniz mi? Sonuçta Wim’e sen karar verememiş olsan da Frank’i sen seçtin değil mi? Neden Frank?
Ön araştırma için Aralık 2021’de Hollanda’ya gittim ve yaklaşık iki hafta boyunca vakfın bir asistanı gibi çalıştım. Bu süreçte bir dileğe katılmayı talep ettim ve bu dilekte ambulans şoförü Frank görevliydi. Frank’in ses tonu, tarzı, enerjisi ve hastalarla olan iletişimi dikkatimi çekmişti. O dönemki notlarımda Frank’i yıldızlamıştım. Yaşının da ileride olması bir başka nedendir aslında. Sürekli ölümle yüzleşmesinin onda nasıl bir etki yarattığını merak ediyordum. Frank, eşi ve köpeğiyle yaşıyor. Ön araştırma sürecinde vakfın gönüllü çalışanlarıyla kısa röportajlar yapıp not alıyordum. Frank’e “Ölümden korkuyor musun?” dediğimde, ölümden değil ama yalnız ölmekten korktuğunu belirtmişti ve bu beni çok etkilemişti. Ayrıca Frank, vakıfta gerçek anlamda çok sevilen biriydi; Frank geldiğinde herkesin yüzü gülüyor ve ortamın neşesi artıyordu. Karakter seçimimde bu tarz detaylara dikkat ederim.
Frank’e o dönemde onunla çalışmak istediğimi söylemedim. 2023 Şubat ayında çekim için Hollanda’ya gittiğimde vakfa çağırıp onunla çalışmak istediğimi söyledim ve kabul etti. Bence bu kararı vermesinde, ikimizin de aynı cins köpeğe sahip olmamızın etkisi olmuş olabilir:) Frank’le çalıştığım için gerçekten çok mutlu hissediyorum. O her anlamda özel birisi ve yaptığı işi gerçek anlamda çok seviyor.
Ne güzel, ne mutlu o zaman. Peki, artık son soruya geçiyorum o zaman. Ülkemizde kısıtlı bir mekânda en minimal olanaklarla bile film çekmek hayli maliyetli ve çetrefilliyken sen yurtdışında bunu kotarıyorsun. Hem maddi hem de manevi birçok zorlukla karşılaşmış olman gerek. Biraz da tüm prodüksiyon sürecinden bahsedelim mi? Ön prodüksiyon süreci zorlu muydu? Hangi destekleri aldın? Aldığın desteklerle filmi kotarabildin mi? Keza post prodüksiyon süreci ve nihayetinde festival sürecinin nasıl geliştiğini de konuşmak iyi olur.
Şunu net olarak söyleyebilirim ki projeyi ilk bulduğum anda bütçe ya da prodüksiyon zorluklarını düşünmemek için gayret gösterdim. Eğer çok fazla ihtimalleri düşünseydim, muhtemelen ekonomik kaygılar nedeniyle projenin önüne setler çekilebilirdi:) Euro’nun hızla arttığı bir dönemdi, ama ben projeye olan inancımı koruyarak bu kaygıları zamanı geldiğinde çözmeye odaklandım. Bir film yapmamak için çok fazla neden olabiliyor fakat ilk belgeselimden bu yana önce projeye tam anlamıyla odaklanmayı ve onu sonuna kadar bitirebileceğime inanmayı bir prensip haline getirdim. İyi Ölüm için de kilit nokta buydu.
İlk aşamada Dilek Ambulansı Vakfı ile ön görüşmeler yaptım ve bir ön onay almam gerekiyordu. Vakfın işleyişini anlamak için oldukça detaylı bir ön araştırma süreci geçirdim. Bu süreç hem zaman hem de maddi açıdan maliyetliydi. Açıkçası bu hazırlığın çekim ve fonlama sürecinde bana büyük avantajlar sağlayacağını bildiğim için riske girmekten çekinmedim.
Fonlama süreci ve çekim hazırlığı yaklaşık bir yıl sürdü. Sinema Genel Müdürlüğü’nden Belgesel Film Yapım Desteği ve 13. Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri’nden Proje Destek Ödülü kazandım. Bunun yanı sıra, Balkanların önemli belgesel film festivallerinden olan Make Dox Creative Documentary Film Festivali’nde yaptığım sunum, belli noktalarda faydalı oldu. Hollanda’da sağladığım sponsorluklar da çekim sürecinde destek oldu. Ancak TL bazlı alınan destekler, Euro’nun yüksek kur karşısında sınırlı kalabiliyordu, bu yüzden birçok kalemi kendim karşıladım.
Post prodüksiyon sürecinde, iki farklı post prodüksiyon şirketinden sponsorluk aldım. Bu destekler sayesinde süreç benim için biraz daha kolay geçti. Yine de, günümüz şartlarında film yapmak gerçekten büyük bir emek ve dayanıklılık gerektiriyor. Bu süreçte yanımda olan ekibime ve katkı sağlayan herkese gönülden teşekkür ederim.
2024 yılı İyi Ölüm için gerçekten çok özel bir yıl oldu. Filmimiz 31 Uluslar arası Adana Altın Koza Film Festivali ve 35. Uluslararası Ankara Film Festivali gibi yirmi farklı festivalde yer aldı. Yıl boyunca toplamda on altı ödül kazandık. Ekip olarak filmin görünürlüğü açısından çok memnunuz.