Sesini zamanın içinden süzülen bir mektup gibi bırakan; her şarkısında aşkı, kaybı, aidiyeti ve yalnızlığı bir tür içsel göç gibi yaşayan bir adamın hikâyesi Aznavour (2024)… Asıl adı Shahnour Vaghinag Aznavourian olan Charles Aznavour, 1924’te Paris’te, soykırımdan kurtulmuş Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Sokaklarda Fransızca öğrendi, sahnede duygunun dilini yeniden yazdı. “La Bohème”in hüznüyle, “She”nin kırılganlığıyla sadece bir müzisyen değil; bir zaman tanığı, bir belleğin taşıyıcısı oldu.
Şarkılarını 9 dilde seslendiren Aznavour, yalnızca Fransız chanson geleneğinin en güçlü temsilcilerinden biri olmakla kalmadı; aynı zamanda sinemada da Jean Cocteau, François Truffaut ve Atom Egoyan gibi yönetmenlerle çalışarak 60’tan fazla yapımda rol aldı. Shoot the Piano Player (1960) gibi filmlerle Yeni Dalga’nın melankolik erkek figürlerinden birine dönüşen Aznavour, hem ekranda hem sahnede kırılganlığın ve derinliğin yüzü oldu. Sanatıyla yalnızca kendi halkının değil, çok daha geniş bir coğrafyanın ortak hafızasında iz bıraktı. Bu çok yönlü miras, Aznavour belgeselinin de merkezinde yer alıyor.
Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’in birlikte yönettiği Aznavour, bu çok katmanlı yaşamı klasik bir biyografi çizgisine hapsolmadan, sanatçının kendi gözünden, kendi kamerasından anlatıyor. 1948’den itibaren Aznavour’un tuttuğu kişisel video günlüklerine yaslanan film; izleyiciyi onun bakışının içine, belleğin titreşimli alanına davet ediyor. Bu aktarım, bir anlatıdan çok bir yankı gibi; onun yaşamı, sesi ve görüntüsüyle hatırlamanın şiirsel bir biçimi gibi yansıyor.
Belgeselin yapısal omurgası, Aznavour’un 16 mm kamerasıyla çektiği yüzlerce saatlik arşiv görüntüsüne dayanıyor. Bu kayıtlar, yalnızca sahne arkasını değil; seyahatleri, dostlukları, kederleri ve en çok da gündelik hayatın şiirselliğini içeriyor. Araya yerleştirilen röportajlar, gazetelerden kupürler ya da televizyon arşivleri gibi klasik belgesel tekniklerine pek başvurulmuyor. Aksine, yönetmenler bilinçli bir tercihle anlatının merkezine sanatçının bizzat kendi gözüyle gördüklerini ve hissettiklerini koyuyor. Bu da izleyiciyle Aznavour arasında doğrudan, neredeyse içsel bir bağ kuruyor. Film boyunca, Aznavour’un sesi günce gibi yankılanıyor. Bu sayede film ne tam nostaljik ne de tamamen otobiyografik bir hâl alıyor.
Aznavour’un yaşamı boyunca taşıdığı “aidiyet” duygusu ve onunla baş etme çabası, filmin en güçlü tematik damarlarından birini oluşturuyor. Ermeni bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğup büyüyen Aznavour, kimliğini ne Fransa’ya ne de Ermenistan’a bütünüyle teslim etmiştir. Bu parçalanmışlık hissi, gerek sahne persona’sında gerekse özel yaşamında belirgin bir kırılganlık yaratıyor. Belgesel, bu kırılganlığı melodramatikleştirmeden, onun içindeki yaratıcı itkileri görünür kılıyor. Öyle ki, kimi anlarda kamera bir sokak lambasına ya da Aznavour’un penceresinden görünen kış manzarasına takıldığında, izleyiciye sadece sanatçının değil, zamanın kendisinin de geçiciliği hatırlatılıyor.
Yönetmenler, biçimsel olarak da oldukça sade ve şiirsel bir dile yaslanıyor. Görüntülerin arasında herhangi bir anlatıcı sesi ya da yönlendirici başlıklar yok. Anlatı, Aznavour’un bizzat kendisi tarafından kurgulanmış izlenimi yaratıyor ki bu, seyirciyi pasif bir izleyici olmaktan çıkararak onun iç dünyasında dolanan bir tanığa dönüştürüyor. Belgeselin sinematografik kurgusu da bu noktada oldukça etkileyici: Ritim duygusu, müzikle olan ilişki ve siyah-beyaz geçişler, izleyiciyi adeta bir müzik parçasının içinde dolaştırıyor.
Aznavour, yalnızca bir sanatçının yaşamından ziyade, belleğin, duygunun ve zamanın sinemasına dönüşüyor. Idir ve Malade, belgesel sinemada nadiren rastlanan bir incelikle, izleyiciyi bir hatıra albümünün sayfaları arasından ziyade; bir insanın kalbinde dolaştırıyor. Filmden çıktığınızda, Aznavour’un sesi kadar onun bakışı da aklınızda kalıyor. Ve belki de bu yüzden, belgesel yalnızca bir yaşamı anlatmakla kalmıyor; yaşamın nasıl hatırlandığını da sorunsallaştırıyor.
Film, biyografik belgesel türüne hem estetik hem de duygusal açıdan yeni bir soluk getiriyor. Sanatçının sadece müziğini değil, görsel hafızasını da izleyiciyle paylaşarak, geçmişin izlerini bugünün sinemasına taşıyor. Kayıt altına alınan her anın bir hatırlama biçimi olduğunu söyleyen bu film, aynı zamanda izleyiciyi kendi hatıralarına dönüp bakmaya davet ediyor.