Patlamalı çatlamalı sahneler ve bol bol aksiyon olsun isteyenler, sizler ayrılabilirsiniz. Kendini görselliğin göz kamaştırıcı büyüsüne kaptırıp efsanevi efektlerin, can alıcı kadrajların peşinde olanlar, dilerseniz sizi de şöyle bir kenara alalım. Kalan arkadaşlar, yani iyi bir filmin temel dinamikleri arasında öncelikle sağlam bir metni, daha sonra yönetmen hünerini ve güçlü oyunculuğu görenler, gelin sizlerle bu bağlamda tadına doyulmaz tarzlardan biri olarak tek mekânda geçen filmlere bir göz atalım.
Sinema, bir sanat dalı olarak kendisine tiyatroyu öncü kabul etmiştir. Gel zaman git zaman, teknolojinin önlenemez gelişimi ve doğal olarak yedinci sanatın da olgunlaşma sürecini hakkıyla tamamlamasının ardından, bugün tiyatro ve sinema arasında ilk zamanlardaki organik bağdan söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Buna karşın iki sanat dalı arasında en taze bağlantının kurulabileceği nokta ise şüphesiz ki öyküsü tek mekânda geçen yapımlar olacaktır. Öyle ya, sinema alanında söz konusu filmler çoğunlukla tiyatro oyunlarının karakteristik motivasyonlarını yansıtmada sürekli cömert davranmışlardır. Pek tabii, tek mekânlı filmlerin öncelikli başrolünün senaryo olduğu da hatırlanırsa, bu metinlerin genellikle bir derdi olan yahut izleyicisini zihin açıcı faaliyetlere yönlendiren taraflar bulundurması kaçınılmaz olacaktır. Keza bu filmler arasında tek bir ortak nokta söylemek gerekirse akla gelecek ilk kavram “sorgulama” olacaktır.
Görece az oyunculu, kimi zaman izbe bir otel odasında, kimi zaman bir apartman dairesinde, bazen bir arabada, bazense toprağın altında geçen öykülerin geçmişten günümüze çokça örneklerine rastlanmıştır. Şimdi sinemanın bu alt türünün değerli elemanlarından bazılarını bir hatırlama vakti.
Not: Sıralama herhangi bir kritere göre yapılmamıştır, rastgeledir.
1) The Exam (2009)
Gizemli bir firmanın bir pozisyonu için sekiz aday sınava çağrılmıştır. Birbirinden farklı özelliklere sahip bu sekiz aday, enteresan kuralların olduğu hatta sorunun bile belli olmadığı bu sınavda birlikte “bilmece”yi çözmeye koyulurlar. Güçlü bir şirkette iş sahibi olmak, sekiz farklı karakterin aynı odada kapalı kalıp sorusu belli olmayan cevabın peşine düşmesi gibi bileşenlerin bir araya gelmesiyle insan doğası denen garabetin pek de sevimli olmayan yüzü sınav salonunun orta yerinde karşımıza çıkacaktır.
The Exam belki pek tatmin etmeyen finali ve belki de öyle çok parıltılı olmayan oyunculuklarıyla tek mekânlı filmler liginde üst sıraları zorlayabilecek bir yapım değil. Ancak yaratılmak istenen gizem ve gerilim dolu atmosferin son âna kadar korunabilmesi ve izleyiciyi sürekli hikâyenin içinde tutan yapısıyla söz konusu ligin iddialı yapımlarından biri olarak öne çıkmakta.
2) Locke (2013)
“Yahu ben sevmem öyle tek bir yerde geçen filmleri, ne o öyle” diyenler, sizlere bir iyi, bir de kötü haberim var. Kötü haber, sıradaki filmimiz hem tek mekânlı hem de tek oyunculu bir yapım. İyi haberse, o tek oyuncunun Tom Hardy olması. İtiraf edin, bu haber sizleri sevindirdi. Ivan Locke’un son derece sıradan giden yaşamı bir gün aldığı haberle altüst olmak üzeredir. Aile ve iş yaşamı arasındaki dengeyi kusursuz bir biçimde oturtmayı başarabilmiş olan Locke, bu beklenmedik gelişme üzerine arabasıyla yola koyulur; keza tüm dengeler bozulmak olmak üzeredir. Yol ve zamana karşı giriştiği bu mücadele Locke’un kendi hayatının dinamiklerini gözden geçirmesi açısından stresli bir deneyim olacaktır. Tüm hikâyenin sadece bir adamın araba yolculuğu ve o esnada yaptığı telefon konuşmaları üzerine kurulduğu Locke, görece mütevazı görünümüne karşın izleyici oturduğu yere çivileyebilecek türden bir film.
3)The Man From Earth (2007)
Tek bir odada geçen, insanların oturup sadece konuştuğu bilim kurgu mu olurmuş, demeyin; çünkü fevkalade bir örneği var. Üniversite profesörü John Oldman bir gün işinden ayrılıp taşınmaya karar verir. Evinde eşyalarını toparlarken, onun bu ani kararına şaşıran iş arkadaşlarının, onu uğurlamak üzere evine gelmesiyle bir anlamda sorgulama süreci başlar. Öyle ya, film genel itibariyle bir sorgulamadan ibarettir. Çoğunlukla inanç kavramı üzerine yoğunlaşan bu sorgulama bir süre sonra odadaki tüm akademisyenleri, kendi dünya görüşleri ve bakış açıları üzerinde durup düşünme yöneltecektir. Keza karşılarında 14.000 yıldır yeryüzünde olduğunu iddia eden birisi bulunmaktadır. Şüphesiz hepsinin de bu tezi çürütebilmek uğruna öne sürecekleri argümanlar olacaktır. Bakıldığı zaman çok düşük bütçeli ve yalnızca bir grup akademisyenin bir odada oturup tartışmalarından ibaret olan bir filmin bu denli zihin açıcı olmayı başarabilmesi, şaşılası ve takdire şayandır. Bu bağlamda The Man From Earth, sıkı bir film ortaya çıkarmanın öncelikli koşulunun sağlam bir senaryo olduğunu göstermesi bakımından her daim sinemaseverler tarafından özel bir yerde tutulmaya devam edilecektir.
4) Rope (1948)
Aynı evde yaşayan Philip ve Brandon, Nietzche’yi biraz “farklı” yorumlamaları sonucu bir arkadaşlarını sırf heyecan için iple boğarak öldürürler. Cesedi eski bir sandığın içine koyup daha sonra bu sandık üzerinde de bir yemek daveti vermeye karar verirler. Üstelik davetliler arasında maktulün babası, nişanlısı, halası ve felsefe hocaları Rupert (James Stewart) da vardır. Nasıl, kulağa fazlasıyla delice geliyor değil mi? Öyleyse bunun bir Hitchcock filmi olduğunu ve tüm filmin evdeki bu yemek seremonisi esnasında geçtiğini ekleyelim de gerilimin ne ölçülere varabileceğini tahmin etmek size kalsın. Alfred Hitchcock’un ilk renkli filmi olma özelliğini taşıyan Rope, yönetmenin genel tarzının çok da uzağında bir yere konumlanmış değil. Bir tiyatro eserinden uyarlama olması sebebiyle metnin de tek mekânlı bir film senaryosu hâline gelişi, ortaya son derece parlak bir sonuç çıkarmış görünüyor.
5) 12 Angry Men (1957)
On sekiz yaşında bir delikanlı, babasını bıçaklayarak öldürmüştür ve hakkında verilecek ceza elektrikli sandalyede idamdır. Bu noktada ise son söz, on iki kişiden oluşan jüridedir. Aslında üyelerden on biri çoktan kararlarını vermiştir; ancak kalan diğer kişinin çıkıp söz konusu durumu “sorgulamaya” başlaması, herkesin kararını gözden geçirmesine yol açacaktır.
Evet, karşınızda tek mekânlı filmler listesinin zirvesindeki daimi temsilcisi, nice sinefilin gözbebeği: 12 Angry Men. Usta yönetmen Sidney Lumet’in kamerası bu kez bir jürinin karar odasında. Henry Fonda ise “çıkıntılık” yaratan 8 numaralı jüri rolünde. Adalet, sorgulama, şüphe etme, önyargı, azınlıktakinin çoğunluğa karşı fikrini, tezini savunabilmesi gibi olgu ve kavramları irdelemesi ve tüm bunları doksan dakika boyunca tek bir mekânda gerçekleştirmesi açısından 12 Angry Men, tüm asaletiyle belli ki uzunca bir süre daha benzer listelerde adından söz ettirmeye devam edecek.
6) Carnage (2011)
Kavga etmiş iki çocuğun ebeveynleri bir araya gelip uygarca konuşarak meseleyi çözmek isterler. Son derece seviyeli ve dostane başlayan bu girişim, kişilerin içlerinde biriktirdikleri kimi duyguların ortaya serilmesiyle farklı bir boyuta evrilir ve zaman zaman tartışmanın safları da değişmeye başlar. Artık her hareket o kadar da dostane sayılmayacak, gerçek hissiyatlar öne çıkacaktır.
Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz ve John C. Reilly gibi birbirinden güçlü oyuncuları kadrosunda barındıran filmin yönetmenlik koltuğundaysa bir diğer usta isim Roman Polanski bulunmakta. Yasmina Reza’nın oyunundan uyarlama olan Carnage, çocukların basit evreninden yetişkinlerin karmaşık dünyasına olan yolculuğu kara mizah sosuyla harmanlayan, tek mekânlı filmler içerisinde atlanmaması gereken bir yapım.
7) The Breakfast Club (1985)
Aynı lisede okuyan fakat birbirleriyle herhangi bir iletişimi olmayan beş öğrenci, bir cumartesi günü cezaya kalarak tüm günlerini gözetmen öğretmen eşliğinde kütüphanede geçirmek zorunda kalırlar. Görünürde ortak noktaları olmayan, hep farklı ortamların, uğraşların peşinde koşturmuş bu beş “kader mahkûmunun” günün sonunda fark edecekleri ise aslında bulundukları yerin, sorunlarının birbirlerinden çok da uzağa düşmediği olacaktır.
The Breakfast Club, ilk görünüşte sizlere tamamıyla 80’lerdeki klişe Amerikan gençlik filmlerinden biri olduğunu düşündürebilir. Aslında bu çok da haksız bir çıkarım olmaz, keza filmin final ânı da düşünüldüğünde bir gençlik filminde olması gereken kimi unsurları barındırması ile izleyicide bu duyguyu uyandırabilir. Fakat özellikle kütüphanede yere oturulup birbirlerine deyim yerindeyse içlerini döktükleri sahne anımsandığındaysa The Breakfast Club’ın bir gençlik filminden fazlası olduğu anlaşılacaktır.
8) Tape (2001)
Liseden iki eski arkadaş, Vince ve Jon izbe bir otel odasında bir araya gelirler. Fakat bu masum görünümlü buluşmanın altında yatan gizli bir plan da mevcuttur. Amy’nin de aralarına katılmasıyla söz konusu bu plan iyice gün yüzüne çıkar. Ortada kökü geçmişe uzanan ve çözümlenmeyi bekleyen bir mesele, bu meselenin muhatabı üç kişi ve bir kayıt cihazından başka bir şeyin varlığına yer yoktur.
Daha sonraları adından fazlasıyla söz ettirecek olan yönetmen Richard Linklater’ın erken dönem filmlerinden olan Tape’in başrollerinde yine yönetmenin favori oyuncularından Ethan Hawke’ın yanı sıra, Uma Thurman ve Robert Sean Leonard bulunuyor. Yaklaşık doksan dakika boyunca bir otel odasına kapanıp üç karakterin arasındaki ilişkinin sorgulanmasına dâhil olmak istiyorsanız, geç kalmayın.
9) The Sunset Limited (2011)
İntihar etmek isteyen bir adam ve onu bu kararından vazgeçirmeye çalışan dindar birisinin doksan dakikalık münazarasına hazır mısınız? Üstelik bu tartışma, içinde bolca felsefi, dini, varoluşsal argümanlar içerirken aynı zamanda izlerken sizin de beyin jimnastiği yaparak olayın içine kolayca dâhil olmanızı sağlayacak. Öyleyse tarafınızı seçin, siyah mı beyaz mı?
The Sunset Limited, Tommy Leee Jones ve Samuel L. Jackson gibi iki usta aktörün karşılıklı döktürdükleri bir HBO şaheseri.
10) Buried (2010)
Buried, tek mekânlı ve tıpkı Locke gibi tek oyunculu bir yapım. Fakat bu kez yeryüzünün biraz aşağılarına doğru eğiliyoruz. Son derece klostrofobik bir atmosferin içinde, Paul’un tabuttan kurtulma mücadelesine kendimizi kaptırırken ister istemez biraz içimiz daralacak, biraz nefesimiz kesilecek. Ryan Reynolds’ın Deadpool olmadan evvel ne çetin mücadelelerden geçtiğini gözlemlemek adına Buried eşsiz bir seçenek.
ilk kez bir haber, yazı altına yorum yapıyorum sebebi de bir film hatırlatmak.. elinize sağlık, hepsi iyi işler iyi filmler, liste güzel… ama bu “tek mekan” filmlerinin farklı listelerine rastlamama rağmen, bir film, benim gördüklerimin hiç birinde anılmamıştı… belki bir kaç sahnesi farklı mekanda geçiyor ama bence bu listeye girer, 11.’mi olur bonus mu olur bilemem… yukarıdaki listenin bence en iyi filminin de yönetmeni olan Lumet’nin 1982 yapımı Deathtrap…
Can Bediroğlu’nun çok genç yaşına rağmen büyük birikiminin ve parlak zekasının yansıması olan yazısını memnuniyetle ve hazırcılığın keyfiyle okudum. Sıra listedeki izlemediğim çoğu filmini tamamlamada. Emeğine sağlık şimdiki ve gelecekteki yazıları, yorumları için.
Penahi’nin Taksi Tahran’dan da söz edilebilir bu minvalde.