Tülay Işık KALAFAT
1760’lı yıllarda gerçekleşen Sanayi Devrimi milyonlarca işçi doğurmuştur. İnsanların, hayati önem taşıyan temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için para kazanma(ne de olsa 1807 ve sonrasında kölelik “yasal” olarak kaldırılmış artık aynı kazanımlar yerine “ücret, maaş” adı altındaki kazanımlarla bir işe girip çalışılması) mecburiyeti doğal bir olgu hâline gelmiştir. Hatta neredeyse çalışmak dışında başka bir yaşam tarzının, seçeneğinin olabileceği ihtimali bile pek mümkün görünmemektedir. Çünkü bir insanın en temel arzusu hayatta kalmaktır ve hayatta kalmak için de ne gerekiyorsa o yapılacaktır elbet. Bunun için de işe girilip karşılığında bazı şartlar kabul edilmekte; bazı sözlü-yazılı anlaşmalar, sözleşmeler yapılmaktadır. İşte o andan itibaren ise bir hegemonya altına girilmektedir. Böyle söyleyince ilk başta kulağa hoş gelmeyebilir, fakat geçinebilme telaşıyla hegemonya altında olunduğu unutulabilir. Bu yüzden hayatını idame edebilme derdinde, mecburi koşturmasında olan her insanın hegemonya altında olduğunu fark edememesi elbette olağan bir durumdur.
İlk olarak Antik çağlarda ortaya çıkan ve günümüzde de sıkça kullanılan, Yunanca kökenli “hegemonia”; bir sistem içerisindeki bir elemanın diğerlerinden üstün, baskın olduğunu belirten bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı Antonio Gramsci; bu kavramı kapitalist toplum analizinde kullanmış, Marksist teoriye dayandırarak daha teknik ve has hâle getirmiş; hegemonyayı, “temel öğesi rıza ve ikna olan entelektüel, ahlaki bir liderlik” olarak tanımlamıştır[1]. Böylece Gramsci, bu kavrama “rıza-ikna-izin” ve “zor-güç-tahakküm” unsurlarını da katarak; hegemonyanın “baskın sınıfın boyun eğenlerin izin vermesiyle doğan kapitalist güç” olduğunu belirtmiştir. Bu unsurlarla beraber Gramsci’nin tanımı, bir başka İtalyan düşünür ve devlet adamı Niccolo Machiavelli’nin “Hükümdar” adlı eserindeki Sentor karakterinin ikili doğasında bulunan “zor ve rıza”, “egemenlik ve liderlik” şeklindeki ikili momentine de bir hayli yakınlık kurmaktadır[2].
Ne Zaman Razı Geldik?
Yönetmen Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı olan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (2024) filminin ilk çeyreğinde, yukarıda belirttiğimiz “rıza”yı göstermiş milyonlarca işçiden, çalışandan biri olan ve kapitalist sistemin çarkları arasında sıkışıp kalarak yaşam mücadelesi veren Eyüp’ün yolculuğunu takip ederken seyircinin kendisini Eyüp’le özdeşleştirmesi pek de zor olmayacaktır. Çünkü onun yaşadığı sıkışmışlık pek çok insanın başına gelmiş ya da gelebilecek bir durumdur. Eyüp, İzmir’deki işinde iflas edip borca batmıştır. O yüzden de memleketi Siverek’e gelerek mevsimlik işçi olarak çalışmak durumunda kalmıştır. Dolayısıyla buradan Eyüp’ün aslında önceleri kendisini kapitalist sistemin çarkları içinde ast-üst, patron-işçi konumunda değil de “kendi işinin patronu” olan kısmında yer edinmeye çalıştığı, çarkların dışına (kısmen de olsa) çıkarmayı denediği gözlemlenmektedir. Fakat ne yazık ki o denemeyi kaybedince hayatta kalabilmek için, pek çok insan gibi yukarıda bahsedilen hegemonyaya, kapitalist ekonominin hiyerarşisine dahil olmak, işçi (ast) konumuna gelmek durumunda kalmıştır.
Eyüp, her ne kadar sık sık hakkını arayarak dayıbaşı* Hemme’ye çıkışabilse de birikmiş olan alacağına muhtaçlığından dolayı o hegemonya ve hiyerarşinin dışına çıkamamaktadır. Filmdeki Ali karakteri ve diğer işçiler ise Gramsci’nin geliştirdiği “Güç ve tahakküm momenti, yalnızca kitlelerin rızası ile elde edildiğinde ortaya çıkar”[3] teorisinin birer simgesi gibidir adeta. Hatta o karakterlerin, üstlerine yüklenen sayısız ve ağır işlere ve buna rağmen yeni işçi alınmadığı için yaşadıkları onca sömürüye, ucuz iş gücü olarak kullanılmalarına karşı sergile(me)dikleri tutum ve tavırları hegemonyanın ne kadar kanıksandığının göstergesi niteliğindedir. Fakat burada bir parantez açılması icap etmektedir. Çünkü filmin geçtiği yer güneydoğu bölgemiz olup bu coğrafyadaki siyasal, toplumsal, ekonomik, tarihi ve kültürel faktörlerin batı bölgemizdeki faktörlerle pek kıyaslanamayacağıdır. Bu açıdan Eyüp ve diğer işçiler arasında bir farklılık göze çarpmaktadır. Bütün işçilerin yevmiyesi ödenmemiş olmasına rağmen yalnızca Eyüp hakkını aramak konusunda “dişli” çıkmakta, fakat diğer işçilerde ise bir kabulleniş, bezginlik hâkimdir. Bu durumla ilgili olarak üç sebep belirtilebilir. Birincisi; büyük ihtimalle yevmiyeler zaten hep geciktirildiği için diğer işçilerin bunu kanıksamış ve “Geç de olsa paramızı alabilelim.” derdiyle bir kabullenme içerisinde olmalarıdır. Sonuçta insanın, acımasız ekonomik sistem ve muhtaciyetler karşısında hayatını idame ettirme konusunda türlü çözümler, geç gelecek ücrete göre alternatifler bulması gerekmektedir. İkinci sebep olarak ise Eyüp’ün bir süre İzmir’de yaşamış olması görülebilir. Çünkü Eyüp’e diğer işçilerce “İzmirli” diye hitap edilmekte ve bazı sahnelerde “Sen artık pek buralı sayılmazsın, aramızda bazı sosyo-kültürel farklar bulunuyor” tavırları yansıtılmaktadır. Eyüp ileride belki tekrar başka bir şehre gidebilir ama diğer işçilerin kaderi gerçek hayatta da olduğu gibi o coğrafya ile sınırlı kalmak zorunda olabilir. Dolayısıyla da Hemme veya başka bir dayıbaşı ile her zaman bir arada, yüz göz olmak zorundalar, keza büyük ihtimalle ilerleyen süreçte Hemme’ye ihtiyaç duymaya devam edeceklerdir. Üçüncü sebep olarak ise Eyüp’ün icra tehlikesi ile karşı karşıya olması nedeniyle paraya daha acil ihtiyaç duyması onu diğer işçilerden farklı olarak mücadeleci hâle getirmesi şeklinde açıklanabilir. Tabii diğer işçilerin gösterdiği “rıza” durumu sadece doğu, güneydoğu bölgemize has değil, bütün bölgelerimizde benzer şartlarda çalışan tüm emekçiler için aynıdır ne yazık ki.
Hegemonyanın Kazandırdığı Haklar(!)
Filmde sosyal, kültürel, ekonomik anlamda hegemonya ve hiyerarşinin simgesi olan Hemme karakterinde, sahip olduğu hiyerarşi ve gücün ona “kazandırdığı” bir özellik göze çarpmaktadır. O da şartlar ne olursa olsun; üst konumdaki (aslında işçilere göre o kadar da üst konumda olmamasına rağmen) Hemme’nin, altında çalışan işçilere nasıl davranırsa davransın onlardan her daim kendisine saygı göstermesini beklemesi, dahası kendinde bu “hakkı” görmesidir[4]. Pek çok çalışan açısından “muhtaçlığın”, hegemonyanın altında olmanın getirdiği mecburiyet nedeniyle o “saygı” çoğunlukla da bazı şeyler sineye çekilerek zoraki gösterilen bir tavır olmaktadır. Fakat Eyüp gururlu davranarak Hemme’nin beklentisini yerine getirmemiş, o ego tatminini Hemme’ye yaşatmamış; devamında da filmin kırılma noktalarından biri ve tetikleyici olay olan kavganın yaşanmasına vesile olmuştur. Kavgada Hemme’nin Eyüp’e daha doğrusu annesine küfretmesi bardağı taşıran son damla olacaktır. Bu aşamadan itibaren Eyüp, Hemme’yi öldürmeyi düşünür ve film artık amacı intikam almak olan bir karakterin yolculuğuna dönüşür. Carl Rogers’ın geliştirdiği hümanist yaklaşıma göre “insancıl davranmak” bireyin kendine olan saygısıdır. Birey için en iyisi olabilme ve bu konuda çaba göstermek “gerçekleştirme eğilimi” olarak tanımlanmaktadır[5]. Eyüp, Hemme’yi öldürmeyi düşünerek hem kendine olan hem de toplum nezdinde kaybettiği saygısını tekrar kazanmak isteyerek insancıl davranmaya çalışmıştır aslında.
Analarımızın Namusu
Sadece hakkı yendiği ya da sömürüldüğü için değil annesine küfredildiği için de öldürme yolculuğuna çıkan Eyüp’ün bu yolda önüne pek çok engel çıkar; özellikle de Siverek’in, batı kültüründeki hıza karşın doğu kültürünün yavaşlığı en önemli engellerden birini oluşturmaktadır. Bir başka dikkat çeken kısım ise; diğer işçiler ve Ali, Eyüp’ün öldürme kararını aldıktan sonra onu engellemek için harcadıkları çabayı yevmiyelerin zamanında ödenmesi, insanca çalışma koşullarına kavuşma mücadelesi için harcasalardı belki o yevmiyeler zamanında ödenecek, hatta işçilerin şartları bile düzelebilecek ihtimalini düşündürmesidir .Ali karakteri, önce güldüren sonra da düşündüren “Ha senin anan, ha benim anam. Senin anan benim de anam sayılır!” repliğini söyleyerek hem Eyüp’e aynı tarafta olduklarının kollektif iradenin mesajını vermekte[6] hem de böyle bir küfür için öldürmenin gereksizliğine değinmektedir. Zaten öyle değil midir? Tıpkı Maho Ağa gibi; bir Hemme gidince yerine bir başka Hemme gelirdi ne de olsa.
Filmde bir diğer önemli ironik ve çarpıcı sahne ise; Eyüp’ün yolculuğuna çıkmasına dolaylı da olsa sebebiyet(!) veren annesinin her şeyden habersiz evin avlusundaki divanda muhtemelen hastalığı dolayısıyla yatıyor olduğu sahnedir. Çünkü Eyüp az önce evin bir odasından alıp beline koyduğu ve annesi için birini öldüreceği o silahla avluda annesinin yanından geçip çıkmıştır.
Kültürel Hegemonya
Esas kavramımıza dönecek olursak; hegemonyanın insana yaşattığı bir diğer durum ise hazmedilemeyecek, sineye çekilemeyecek bazı şeyleri hazmetmek, sineye çekmek zorunda kalmanın hissettireceği ruh hâlidir. Eyüp filmin başlarında ısrarla hakkını istemiş, çalışma şartlarının ağırlığına defalarca itiraz etmiş, fakat Hemme’den olumlu yanıt alamamış, sonrasında da Hemme’nin selam beklemesine karşılık vermeyerek gururlu bir tavır sergilemiştir. Fakat onu öldürme kararından vazgeçtiği anda yaşadığı psikolojik ağırlık pek de hazmedilebilecek bir durum değildir. Buna rağmen aynı günün akşamında bir düğüne katılmak zorunda kalıp üstelik-tam yan yana olmasa da-Hemme ile beraber halay çekmek, dahası ertesi sabah o küfrü yediği iş yerine tekrar dönmek zorunda olmak Eyüp’ün kalbinde ve omuzlarında daha büyük ağırlığa dönüşecektir. Burada küçük bir parantez açılmalıdır. Düğünlerin, düğünlere katılmanın ve halayların doğu kültüründe çok önemli ve kıymetli kültürel olgular olduğu hemen herkes tarafından bilinmektedir. Daha da önemlisi halaylar artık mücadelede bir araya gel(e)meyen insanların bir araya gelebildiği, omuz omuza olabildiği nadir yerlerden biri olsa da bize küfredenle de aynı halayda bir araya gelmek pek hoş bir durum gibi gözükmemektedir. Gelenekçi kültürel yapı (burada kastedilen sadece köy yaşamı değildir)her ne kadar kapitalizmin yozlaştırması karşısında bir özgünlük, direniş ve birliktelik alanı gibi görünse de ağalar ve toprak sahipleri karşısında tıpkı kapitalist sistemdeki gibi ekonomik güce sahip olmayanların ve özellikle de kadınların ezildiği, sömürüldüğü hegemonik bir yapı olmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak kapitalizmin kanunları karşısında kapital sahibi olmayanların daha özgür ve iyi yaşam koşulları için pek seçeneği kalmadığı gibi gelenekçi sosyokültürel yapının yazılı olmayan kanunları karşısında da pek bir seçeneği yoktur. Fakat her hegemonya ve hiyerarşi aslında içeriğinde direnişi de barındırır. Tıpkı bu bilince ulaşmış her birey günümüz şartlarının zorluğu karşısında hakkını, saygınlığını korumaya en azından bunun için mümkün olduğunca çabalamaya devam etmelidir. Daha da güzel kısmı (hatta ütopik kısmı) ise her birey tarafından yine mümkün olan ahval dâhilinde yapılmak istenilen şey (iş, üretim, sanat, köye dönüş vs.) seçilip bunlara ek olarak örneğin turistik olmadan seyahat ederek, tüketim çılgınlığına kapılmayarak sistemin çarkları, düzenin kanunları dışında bir yaşama tutunmaya çabalamalıdır. Bunun gerçekleşmesi imkânsız değil aslında, hayal kurmaya devam edilmeli; çünkü hayal kurmak da bir nevi direniştir.
Kaynakça:
- Başkan, Burak, Hegemonya makalesi pdf
- Fontana, B., Hegemonya ve İktidar, s.272, Kalkedon Yayınları, Çev. Onur Gayretli, 2013.
- Fontana, Benedetto, Hegemonya ve İktidar, S. 285, Kalkedon Yayınları, Çev. Onur Gayretli, 2013.
- Bingöl, Orhan, Foucault’da İktidar, Beden ve Özne Üçlüsü, Dergipark.org.tr 780238
- Tuna, Yavuz; Doç. Dr., Kayaoğlu Aysel; Dr. Öğretim Üyesi, Birey ve Davranış, Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2329, Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1326
- Bozçalı, M. Şirin, Hegemonya ve Gramsci | Demokratik Modernite
* Dayıbaşı: Genelde tarım sektöründe işçi ile işveren arasında olup işçileri toplayan, çalıştıran ve bu iş için işverenden ödemesini, komisyonunu alan aracı kişidir. Aldığı ücret işçilerinkinden fazladır.