“Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur.” R.L. Stevenson
Stevenson’dan manidar bir alıntıyla başlıyor Ben Tek Siz Hepiniz. Her kader bir hikâye ise, kurgu dünyasından geçen her hikâye de bir o kadar gerçekliğe bürünüyor böylece. Peki, düş ile gerçekliğin sınırları nerede çiziliyor? Başımıza gelenlerin ne kadarı zihnimizde kurgulanıyor? Bu merakla beyazperdenin mutfağında, kelimelerin peşine düşüyoruz; Hakan Bıçakcı ile sinemanın yanında edebiyatı da masaya yatırıp hikâyeyi bir de ondan dinliyoruz.
SE7EN Mecmua için (o zaman adı Arka Pencere’ydi) Murat Özer arayıp “Bize düzenli olarak yazar mısın?” diye sorduğunda önce içime sinen, sürekliliği olacak bir konsept düşündüm. Alakalı Filmler fikrine ısınınca da “Varım,” dedim. Karşılaştırmalı durumları da hem edebiyatta hem sinemada oldum olası severim; ortak ve farklı yönleriyle her ay üç filmi karşılaştırmaya karar verdim. Önce on dört- on beş filmlik kaba bir liste hazırladım. Kendime yol haritası… Temayı da gevşek tutmaya çalıştım; örneğin ev teması, kaybolma teması, tesadüf kavramı üzerinden, benzer izleklerde olan filmleri karşılaştırmaya başladım. Kişisel beğenilere çok girmemeye çalışıyorum yazarken. Değerlendirme yazıları bizde “gömme” ya da “güzelleme”ye döndü. Ortası pek yok. Bu da çok rahatsız edici.
Yıllardır sinema yazıları yazıyordum aslında ama hep bölük pörçük bir şekilde. Bunlara “sinema yazıları” diyorum özellikle. “Film eleştirisi” değil. Kendimi eleştirmen olarak görmüyorum. Bu konuda epey bir eksiğim var. Film eleştirmenliği bambaşka bir şey; çok daha kapsamlı. Örneğin lenslerden de anlamanız lazım, ışıktan da. Ve sinema eleştirmeniyseniz ilgilenmediğiniz türlerle ilgili yazmama lüksünüz yok, bütün türleri, olduğu gibi sinema tarihini çok iyi bilmeniz gerekiyor. Ben aksine kendi sevdiğim türleri, ilgilendiğim yönetmenleri kayırarak bir şeyler yazıyorum. Korku ve gerilim türüne ağırlık veriyorum mesela. Korku türüne meraklıyım ama şu nokta da hep aklımda: korkunun büyük bir kısmı da muhafazakâr okumalara açık. Çünkü bunlardan korkulur demek tehlikeli; korku “bunlar” ve “biz” algısı üzerine kurulu olunca yani. Dışarıda bizim cici medeniyetimizi, aile yapımızı, kültürümüzü tehdit eden bir canavar vardır ve finalde o öldürülür. Bu tür yapılardan hep çok rahatsız oluyorum, yazılarımda da ağırlıklı olarak onlarla didişiyorum.
Sizin yazılarınızda insan hep yine kendisinden korkar.
Evet, konuyu “korkulacak şey kendimiziz”e getiren şeyler peşindeyim. Dolayısıyla biz ve onlar ayrımı üzerinden biz kavramını temize çeken, sistemi olumlayan anlatılardan kaçarım. Tekinsiz dünyaları, dünyayla kuruduğumuz güven ilişkisini kıran hikâyeleri seviyorum. Bu da edebiyatta Edgar Ellen Poe ile başlıyor ya da en azından popüler oluyor.
Hayatın farklı kollarından gelip de edebiyat yolunu tutan yazarların içindeki o ilk filizi merak etmişimdir hep. Sizin öykünüz nasıl başladı, nasıl filizlendi, nereye doğru dallanıp kök salıyor?
Hiçbir şey planlı programlı olmadı. Çocukken yazar olmak gibi bir hayalim de yoktu. Yazarlık aklımın ucundan bile geçmiyordu. Nasıl olduğuna gelirsek. Birkaç disiplinin üzerimdeki etkisinin bir araya gelmesiyle kendimi yazarken buldum diyebilirim: bunlar müzik, sinema ve edebiyat.
Yazarlara genellikle en çok hangi yazarlardan etkilendikleri sorulur. Hâlbuki yazarlar ressamlardan, müzisyenlerden, yönetmenlerden de bolca etkilenirler. Bende her şey müzikle başladı; beni, içinde debelendiğim gündelik hayattan çıkaran, cemiyet dışı bir mahlûk gibi hissettiren ilk şey müzik oldu. Muhtemelen ilk yazma deneyimim de dinlediğim şarkılara kafamda klipler uydurmak oldu.
Sonra edebiyat devreye girdi; lise yıllarında “Vakit az, yalnızca büyük eserleri okumam lazım,” diyerek kendimi fazla kastığımı hatırlıyorum: Sartre, Kafka, Dostoyevski, Gogol, Camus, Proust, Canetti, Tanpınar okuyordum sadece. Şimdiyse bu konuda çok daha rahatım. Hem de vaktimin daha az kalmış olmasına rağmen. Bolca çizgi roman, polisiye okuyorum, çok daha basit kurgulu, eğlencelik metinlerden de büyük zevk alıyorum. Ama edebiyata yönelmem ilk gençliğimde okuduğum büyük yazarların etkisiyle oldu.
Sinema ise beni edebiyatla ilgilenmenin ötesine geçip yazmaya iten üçüncü disiplin oldu. İzlediğim birkaç filmle bir hikâyenin bambaşka şekillerde de anlatılabileceğine dair bir kapı aralandı zihnimde. Bu noktada hep aynı filmi anarım: David Lynch’in Kayıp Otoban’ı. Bir tür milattır benim için. Bu filmi izledikten sonra bir kenarda tuttuğum, yazmaya değer görmediğim konuları bir anda yazarken buldum kendimi. Dolayısıyla yazarlık konusunda hiçbir hayalim, planım, tutkum, programım yokken, kendimi yazar olarak bulmuş oldum.
“Hayatta hikâye yoktur,” diyor Virginia Woolf; bu yüzden ona göre yazarın işlevi, birbiri ardına sıralanmış olayları kurgulamaktır. Bir yazar olarak siz buna nasıl bakıyorsunuz? Çevrenizde gerçekleşen olaylara birer kurgu mu biçiyorsunuz, yoksa bu olaylar gözünüze bir kurgu olarak mı yansıyor?
Hayatın olduğu gibi hikâyeleşmesi pek cazip gelmiyor bana. İki bin küsur yıl önce Aristoteles “Sanat, hayatın taklididir” demişti. Kısmen doğru ancak yıllar sonra Kant buna karşı çıkarak sanatın ayrı bir içsel gerçekliği olduğundan bahsetti. Bu daha doğru. Bazı, durumlar hayatta çok çarpıcı, çok sürprizliyken bunu bir sanat eserine aktardığınızda son derece yapay hatta klişe algılanabilir. Dolayısıyla gerçekten kurmacanın ayrı bir içsel gerçekliği var.
Hayatta cereyan eden bir durumu olduğu gibi yakalayıp onu kâğıda dökmek değil bence konu. Bu sadece işin başlangıcı olabilir. Çünkü yazacağımız şeyin konusuna karar vermek, işin çok küçük bir kısmı; önemli olan onu nasıl yazılacağı. Kurgusu nasıl olacak? Hikâye nasıl bir olay örgüsü ile aktarılacak? Hikâye ile olay örgüsü bambaşka şeyler.
Romanlarınızdan veya öykülerinizden sinemaya uyarlanmasını istedikleriniz ya da o gözle kurguladığınız bir eseriniz var mı?
Yazarken bunu düşünmüyorum; hangi alanda kalem oynatıyorsam, o tür içinde nasıl en iyi şekilde yazarım derdine düşüyorum sadece. Ama kitap yayımlandıktan sonra bu tür düşünceler, fanteziler geliyor akla, romansa “film olsa”, öyküyse “kısa film olsa nasıl olurdu,” gibi.
Böyle bir durumda yazılanı epey bir değiştirmek gerekiyor tabii. Bu konuda birkaç denemem oldu. Karanlık Oda’yı senaryolaştırma denemem oldu mesela. Bir yönetmenle birlikte çalıştık ve teorik olarak tahmin ettiğim pek çok şeyi pratik olarak da görmüş oldum bu süreçte.
Gerçekten film diliyle edebiyatın dili bambaşka; çünkü roman tamamen içsel çatışmalarla, karakterin kafasının içinde dönenlerle ilerliyor. Sinemada bu imkân yok, ancak alt metinler aracılığıyla ima edilebiliyor böyle şeyler. Sinemada karakterin psikolojisini vermek için başka araçlar devreye giriyor. Diyalogun önemi artıyor mesela; diyalogsuz bir roman –biraz deneysel olsa da- yazılabilir, ama diyalogsuz bir film çok zor. Çünkü içsel çatışmaları dışsal çatışmalara çevirmek zorundasınız bir romanı tiyatroya, sinemaya uyarlarken.
Dolayısıyla romanlarımın sinemaya uyarlanmasını isterim ama hiçbir zaman onlara sadık kalınmalı diye düşünmem. Uyarlanacaksa kitap yırtılıp atılmalı, akılda kalan tortu ile film diline uygun olarak yeniden yazılmalı.
Sinemada esas olarak metinsel anlatımını başarılı bulduğunuz filmler var mı? Bunlardan eserlerinizi etkileyenler oldu mu?
Çok var, saymakla bitmez (güler). David Lynch’e değinmiştim; onun yaklaşımı, atmosferi, aşırılıkları çok dozunda. Bu ayar iyi tutturulmazsa manasızca uçuk şeyler veya saçmalıklar silsilesi çıkar karşımıza. Polanski’nin eski dönem filmleri, özellikle Apartman Korkusu Üçlemesi, sonra Haneke’nin bazı filmleri, İran ve Uzakdoğu sinemasından bazı örnekler yazdıklarımı doğrudan etkilemiştir diyebilirim.
Beni yazar olarak etkileyen filmlerle, sinemasever olarak etkileyen filmler ayrı aslında. Örneğin İtalyan Yeni Gerçekçi veya Fransız Yeni Dalga örneklerini çok severim ama bir seyirci olarak yalnızca. O türde bir şeyler yazmak aklımın ucundan geçmez.
Atölyelerinizden söz edelim biraz da. Sinema tarihi ve edebiyattaki çeşitli türlerin yazım teknikleriyle ilgili atölyeler düzenliyorsunuz. Bu atölyelerin içeriğinden biraz bahseder misiniz?
Atölyeler konusunda ilk başta fena hâlde ön yargılıydım. Bu tip kursları, nasıl diyeyim, umut tacirliği falan gibi görüyordum. İnsanlara yapabilirsin deyip paralarını alan bir tür dolandırıcılık faaliyeti gibi. Dolayısıyla atölye tekliflerinden de hep kaçıyordum.
Sonra ekibinde yer aldığım bir uzun metraj filmin senaryosu için workshop destekleri aldık. Dünyanın farklı yerlerinde atölyelere katıldık. Katıldığım bu atölyeler bu konulardaki düşüncelerimi tamamen değiştirdi. Kurmacayla yatıp kalkan insanlarla bir araya gelip bu konular üzerine teorik ve pratik tartışmalara girmenin büyük bir zevk olduğunu fark ettim. Yıllardır bu konular üzerine okuyup defterler dolusu notlar tutuyordum zaten. Katıldığım bu atölyelerden sonra bu notlarımı düzenleme ihtiyacı duydum.
Tam da böyle bir dönemde yıllardır edebiyat atölyeleri yapan yazar dostum Jale Sancak’tan bir atölye teklifi geldi. O kadar üst üste geldi ki! İki ay önce arasaydı “Ben yapamam,” deyip kaçardım. Kabul ettikten sonra ilk müfredatı çıkarmak çok zordu. Sonrası çok daha kolay ve zevkli oldu benim için. Son beş yıldır senede iki üç atölye düzenliyoruz. Bunlarda edebiyatla sinemayı karışık olarak ele alıp hikâyenin yapısı üzerine konuşuyoruz daha çok, çünkü hikâyeler sonsuz ama hikâye yapısı çok fazla değil.
Bu durumda bir senaryo yazma çalışmanız da oldu mu?
Evet. Ramin Matin’le birlikte sıradaki filmini yazdık. Yıllarca bir odaya kapanıp tek başına yazmış biri olarak birlikte yazma fikrini ilk başta yadırgadım. Ama Ramin’le oturup kelimenin gerçek anlamıyla birlikte yazabildik. Fon, destek vs. bulunursa hayata geçecek umuyoruz.
Eserlerinizde de gerek kurguladığınız distopyalar gerekse bilinçaltında huzursuzluklara neden olan durumları masaya yatırmanızla “gerilim” hissine hitap ediyorsunuz. Okuyucuyu, yüzleşmeye çekindikleriyle karşı karşıya getirdiğiniz eserlerinizi, kendine sanal bir dünya kuran, yaşamdan kopuk hâle gelmiş çağdaş nesle eleştirel bir sesleniş olarak değerlendirebilir miyiz?
Yazdığım her şeyde gerçeklik kavramıyla bir tür didişme var diyebilirim. Distopya türüne ise sadece Doğa Tarihi romanımda yaklaştığımı düşünüyorum. İlk defa “ben anlatıcı”dan “o anlatıcı”ya geçmek zorunda kaldım hatta bu nedenle. Distopyalar hemen her zaman dışarıdan, katı ve mübalağalı bir şekilde yazılıyor.
Dediğim gibi genelde gerçeklik algısıyla oynamaya çalışıyorum, yazarın iktidarını yıkmaya ya da en azından sınırlamaya çalışıyorum sonra. Her şeyi bilen, yetkin anlatıcılardansa güvenilmez anlatıcıları seviyorum.
Konu ve üslup seçiminizin toplum üzerindeki etkilerini beklediğiniz şekilde görüyor musunuz?
Toplum üzerinde pek bir etkim olduğunu düşünmüyorum. Yazdıklarım kitlelerle buluşan kitaplar değil sonuçta. Daha çok bu konuştuğumuz konulara meraklı bir okur grubuyla buluşuyorum sanırım. Bu da bana yetiyor zaten.
Film izleme alışkanlığınız nasıl peki; sinemada ya da evde mi?
Zaman içinde çok değişti. Öğrencilik dönemimde film festivallerinde günde dört film izlediğim zamanları hatırlıyorum. Festivalleri takibe devam etmekle ve fırsat buldukça sinemaya gitmekle birlikte, günümüzde daha çok internetten izliyorum filmleri.
İnternet öncesi dönemde de yoğun bir korsan DVD hatta ondan önce VCD dönemim oldu. Sayısız film izledim korsan DVD’lerden. Bu konuda vicdanım rahat, çünkü herhangi bir dükkâna gidip satın alamayacağım filmlerdi bunlar. Takashi Miike’nin Visitor Q’sunu mesela, başka nasıl izleyebilirdim ki? D&R’a mı soracaktım?
Daha çok film izlemek isteyenler için de bir önerim var: Bölerek izlemek. Gece saat geç olmuş örneğin, oturup bir filmi baştan sona izleyecek vakit yok. Yirmi dakikasını izleyip yatıyorum. Ertesi gün kaldığım yerden devam. Kitaba ayraç koyar gibi. Öbür türlü uygun zaman bekleniyor ve o zaman bir türlü bulunmuyor.
Konu buraya gelmişken, vizyondaki filmleri takip ettiğinizi söylemiştiniz. Türk yönetmenlerden beğendikleriniz hangileri?
Çok var. Günümüzden Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Emin Alper, Seren Yüce, Reha Erdem, Mahmut Fazıl Coşkun, Pelin Esmer, Tayfun Pirselimoğlu, Ramin Matin, Emre Yeksan ilk aklıma gelenler.
Peki, sinemada sözünü ettiğimiz eleştirel-gerilim üslubunuza yakın bulduğunuz türler, filmler ve yönetmenler hangileri?
Üslubumu yakın bulmam çok kişisel bir yorum olur tabii. Ancak atmosferi ya da anlatımı açısından beni çok etkileyen, kendimce yakın durduğumu hissettiğim ya da en azından beni yazmaya iten filmlerin bir kısmını sayarsam: Mulholland Drive, Lost Highway, The Tenant, After Hours, Three Colors: Red, Hour of the Wolf, Taste of Cherry, Blow-Up, Cache (Hidden), The Seventh Continent, Under the Sand, The Exterminating Angel, Audition, Oldboy, Rashomon, A History of Violence, eXistenZ…
Gerçeklikle didişme, samimiyetsizlik, ona karşı tahammülsüzlük gibi unsurların dışında hikâyelerinizde hangi duygular canlanıyor?
Kara mizah anlarını ve absürt durumları çok severim mesela. Tam olarak nasıl yorumlayacağımızı bilemediğimiz durumlar, tuhaflıklar, medeniyetteki kara delikler, adını koyamadığımız huzursuzluklar… Bunların üstlerine gitmekten bahsediyorum. Bazen kara mizah olarak yansıyor bu.
Genelde seçtiğim konular çok kasvetli ve çıkışsız olduğundan, “İnsanları bu kadar bunaltmaya hakkım var mı?” diye düşünerek (güler) ara ara nefes aldırıcı mizahi, absürt durumlarla denge sağlamaya çalışıyorum.
Hiç absürt komedi yazma çalışmanız oldu mu peki?
Yok olmadı. Absürt komedi çok sevdiğim bir tür ama. Absürt, garip bir şekilde komediye kayıyor genellikle, kardeşi sürreelse daha çok korkuya yakın duruyor. Absürt’ün edebiyattaki en büyük ismi Ionesco bence. Sinemadaysa Roy Andersson. Son dönemdense Quentin Dupieux var, onun Wrong (2012) ve Réalité (2014) filmlerini tavsiye ederim izlemediyseniz. Çok acayipler.
Yıllarca Türkiye’de absürt komedi, kara mizah ilgi görmez dendi ama bunun yanlış olduğunu da görüyoruz bugün. Onur Ünlü’nün Leyla ile Mecnun dizisinin kültleşmesi ve Tolga Karaçelik’in Kelebekler’inin başarısı ile.
Şehir seçimleriniz genelde ya metropollerin merkezi ya da uzak noktaları oluyor. Hiç köy ve kasabada kurgulanan bir hikâye düşündünüz mü?
Etrafımdan yola çıktığım için ister istemez yazdıklarım şehir hikâyeleri oluyor. Yani “Acaba olay şehirde mi geçse?” gibi bir düşüncem hiç olmuyor. Zaten olay şehirde geçiyor.
Kırsal ise ayrı bir konu. Hikâye özellikle bunu gerektirirse kara kara düşünürüm yazabilir miyim diye. Çünkü bilmediğim bir alan. Şehirliler için yapılan köy filmlerinden çok rahatsız oluyorum mesela, bunların oradaki dinamikleri bilmeden yazıldığı çok belli. Aklımıza ilk olarak komedi türündeki örnekler geliyor ama sanat sinemasında, korku türünde de sıkça düşülüyor bu duruma.
Benim karakterler şehrin merkezinde oluyor ve oradan uzaklaşırlarsa kayboluyorlar. Ne şehirle barışıklar yani ne uzaklarla. Dünyada kaçabileceği bir yer olmayan karakterlerin hikâyelerini seviyorum. Büyük ihtimalle ben de aynı durumda olduğum için.
Hakan Bey’e bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz…