Gitmek (2008) ilk filminizdi ve çok büyük bir başarı kazandı. Burada sizi tanıtan sinemacılar da sizi daha çok bu filminizle tanıyor zaten. İlk filminiz olmasına rağmen bu kadar büyük bir beğeni toplayacağını düşünmüş müydünüz? Birçok da ödül aldınız, kendi sinemanızı hangi yönden başarılı görüyorsunuz?
Film yaparken başarılı olmasını bir kenara bırak acaba bitirebilecek miyim, hadi bitirdim acaba bir şeye benzedi mi, acaba benden başka kimse beğenecek mi diye düşünüyorum. Öyle bir özgüveni olan bir yönetmen var mı bilmiyorum. Orson Welles vardır Citizen Kane (1941)’i çekti ilk filmi olarak. O yüzden çok değil, hiç beklemiyordum ben bu kadar ilgi göreceğini hem seyirci tarafından hem de önemli ödüller alacağımı tahmin etmiyordum.
İnsan kendi sinemasını başarılı bulur mu bilmiyorum ama neden sinema yapıyorsun ya da sen niye sinema yapıyorsun diye soruyu revize edersek en iyi bildiğim ve en iyi tanık olduğum hikâyeleri anlatmaya çalışıyorum. Orada herhalde seyirci ya da festivalde jüriler samimiyetimi görüyorlar. Hikâyeye yaklaşım biçimim bence kendi adıma farklı olduğunu söyleyebileceğim tek şey. Sinema sonuçta bilinen bir sanat. Yapamasan da bir filmin iyi ya da kötü olduğunu anlıyorsun seyrederken. Yani sinemadaki teknik becerimden çok hikâyeye yaklaşım biçimim zannedersem insanların takdirini kazanıyor.
Samimi yaklaşıyorum hikâyelerime. Bildiğim şeyi anlatıyorum bilmediğim şeyi anlatmıyorum. İnsanlar filmi seyrederken o filmin hikâyesinin gerçek olup olmadığını sorgulamıyor. Hikâyeyi takip ediyor. Bir film seyredersin ama hikâyenin dışında kalırsın. Yönetmenin tercihlerinden dolayı karakterle özdeşleşemezsin ya da onları inandırıcı bulmazsın. Bence hikâyenin sahipleri tarafından anlatılmadığı için bu oluyor. Başka tür filmler vardır mesela hikâye o kadar gerçektir ki tekniği çok zayıf olmasına rağmen hiç umursamazsın. Kamera sallanıyordur kurgu bazen sıçrıyordur ama karakterler olaylar o kadar gerçektir ki nefes alamazsın. Onun gerçekliğini konuşursun. Benimkisi ikinci tür filmlere daha yakın.
Bildiğim kadarıyla şu an son çektiğiniz film olan İçerdekiler (2018) filminin kurgusuyla uğraşıyorsunuz. Nasıl gidiyor? Ne zaman vizyona girecek? Film ile ilgili beklentiniz ne yönde? Seyirci ve ödül açısından. İçerdekiler (2018) ve Hamarat Apartmanı ile ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?
Biz kurgularken çok özeniyoruz. Özendiğimiz için de ortalama bir filmin kurgu süresini geçiyor. Mesela İçerdekiler (2018) ağustos ayından beri kurguda. Yani neredeyse 7-8 ay geçmiş oluyor. Normalde 1.5 saatlik dizileri bir haftada kurguluyorlar ya da ticari türden filmler bir ayda kurgulanıyor. Sanat filmlerinde de iki üç ay aslında uygun bir süre ama işte bizimki 8 ay sürüyor. Bütün kurgularım ortalama o kadar sürdü nedense. Biraz demleniyor yani. Çünkü bence bir film bittiği gün doğan filmdir. Çekildiği ya da montajdaki zaman onun hayati dönemini kapsamaz. Şu anda bitmek üzere. Şimdi ses ve müzik üzerine çalışacağız. Muhtemelen eylül ayında festivallerle buluşacak. Seyirciyle buluşma ihtimali zayıf zaten, Türkiye’de sanat filmlerinin seyirciyle buluşma ihtimali yok. Sebebi de seyircimizin olmaması değil tam tersi bir türe üstünlük olması ve tür üstünlüğünün bize kendi sinema alanlarında yer vermemesi. Ben Türkiye’de sanat sinemasını seven 200-300 bin insanın olduğuna inanıyorum. Ama filmlerimizi seyredecek potansiyelle biz sinemalarda buluşamıyoruz. O yüzden bugün olmasa da uzun vadede seyircisiyle buluşacaktır diye düşünüyorum.
Kurguda özellikle dikkat ettiğiniz bir element var mı?
Her film farklı açıdan değerlendiriliyor. Mesela Gitmek (2008) filmi farklı elementlerin kullanıldığı bir sinema örneği. Kurmaca da var belgesel de var ve hatta neredeyse animasyona varan sahneler de var. O türden bir filmin bu kadar farklı malzemeyle birleştirilmesi çok tehlikeli. Çünkü seyircinin aniden başka bir formata geçiş yapması çok kolay değil. Çok karikatürize gözükebilir. Uzun süre onunla uğraşmamızın sebebi ise o farklı elementleri birleştirmek. Sesime Gel (2014)’de bir masal üzerinden anlatılan bir hikâye var ve müzik çok önemli masalda. Onun müziğinin ritmini bulmaya çalıştık uzun bir süre. O da yine yaklaşık yedi sekiz ay sürdü. İçerdekiler (2018)’de ise durum biraz daha farklı. Tek mekânda geçiyor ve orada sürekli iki kişi oluyor. O yüzden temel insan dürtülerine hitap eden bulunduğu ortamdan ve konumdan dolayı çok gergindir. İki saat bizzat gerileceksiniz çünkü birebir yaşanan iki saati anlatıyor. Sinemasal zamansal sıçramalar olmuyor birebir zamanı anlatıyor. Onun ritmini de tutturmak baya zor oluyor. Gerçeklik duygusunu hissettirmek yani. Sonuçta biz filmi bir hafta-on günde çekiyoruz ama onun iki saat gibi anlaşılması lazım. Başta oyuncunun oynadığı sahne ile sonda oynadığı sahne arasında yedi gün var ama seyircinin izlediği iki saat. O süreyi yedi gün gibi hissettirmemeliyiz. O da özenli bir kurguyu gerektiriyor. Yine bu filmde ses de benim için çok önemli bir unsur. İlk defa bu kadar öne çıktı. Çünkü iki saat boyunca bir ufacık odada çalışan insanlar dışarıdan bir sürü ses duyuyorlar ve o sesler de hikâyeye katkı sağlıyor ve onun için de ayrı bir kurgu süreci gerekiyor.
Politik film nedir? Sizce siz politik sinema mı yapıyorsunuz?
Sinemada tanımlamalara doğrusu çok karşıyım. Ben politik sinemayı ise şöyle tanımlıyorum, sinema bir bütün aslında. Sinema bence belki iyi film kötü film diye ayrılabilir. Zamanında sinemanın bir sanat olarak ticari bir değeri ticaret olarak bir ticari değeri olarak açığa çıktığında onun türlere ayırmanın daha rahat para kazanma yöntemi olacağı akıllara gelmiş. mesela biz şimdi Lumiere Kardeşler’in çektiği filmlere ne diyebiliriz. Kısacık, belgesel ama konusuz. Formatları bugünkülerden çok farklı. bir sinemacının bence, bir hikâyesi olur kafasında ve o hikâyeyi yapmak için peşinden koşar. Bu zaten bir belgesel olur, bazen kısa bir film olur, bazen bir animasyon olur, bazen de uzun metraj olur. Benim açımdan bu böyle, yaptığım işler açısından da animasyon da yaptım belgesel de çektim. O yüzden sinemaya en başta böyle yaklaşıyorum. Politiklik konusunda da, bizim ülkemizde belirli şeylere sansür uygulamadan anlatmaya kalkıştığınızda birdenbire sanki sizin yaptığınız politik diğerlerininki normalmiş gibi gözüküyor. Politiklikten kasıt aslında yönetmenin hayatın politik yanını göstermeyi seviyor oluşu. Hâlbuki sokakta yaşamın kendisi politik. Bence ben politik bir sinemacı değilim, politika hayatımda önemli bir yer tutmasına rağmen. Şundan dolayı değilim; hayatı olduğu gibi gösteriyorum. Hayatı olduğunun dışında gösterenler daha politik bence. Mesela dizi yönetmenleri, bakıyorsunuz orada başka bir Türkiye var. Bir politik bakış açıları var ve bunları olduğu gibi yansıtırsak başımız derde girer diyerek belli şeylerden soyutluyorlar. Onların yaptığı sinema bence daha politik, politik sinema olmasa bile. Benim yaptığım ise müdahalede bulunmamak. Sokakta Kürtçe konuşuluyorsa Kürtçe yansıtmak, Arapça konuşuluyorsa Arapça. Bir de bizim yaşamımızın kendisi çok politik. O yüzden ben kendimi politik sinema yapıyor olarak görmüyorum. Ama hayatıma yön veren yani yememe, içmem, paylaşımıma, ritmime yön veren bir politik görüşüm var ve bu da bence herkeste var. Bunu kimi bilinçli olarak kullanıyorken kimi ise bilinçsiz olarak kullanıyor. Ben bilinçli olarak kullananlardanım.
Yılmaz Güney hayranı olduğunuzu biliyorum. Hatta geçen aylarda düzenlenen Keşfetmenin Keyfi etkinliğimizde Innaritu’nun, Yılmaz Güney’in Yol (1982) filmini izledikten sonra sinemaya başladığını, hatta The Revenant (2015) filminde de ölü atın bedenine saklanma hikâyesinin bu filme bir gönderme olduğunu belirtmiştiniz. Sizce Yılmaz Güney ulusal ve evrensel temelde sinema adına neyi başardı? Neden bu kadar yön verici oldu?
Yılmaz Güney yaşadığı dönem itibariyle Türkiye’nin kendini ifade edebildiği, gençlerin kadınların, öğrencilerin, köylülerin kendilerini ifade edebildiği bir dönemde her türlü baskıya rağmen sinmemiş bir insan grubunun içinden çıkan bir yönetmen. Halkını çok iyi tanıyor ve özenmemin sebebi çok iyi bildiği hikâyeleri anlatıyor olması. Sinemayı da çok seviyor. Sinema, hikâye anlatıcılığının bir formudur. Hikâye anlatıcılığı da masal anlatıcılarından tutun da oradan edebiyata ve ardından sinemaya geçen bir süreç benim için. Yılmaz Güney aynı zamanda edebiyattan da çok fazla beslenir ve çok iyi bir edebiyatçıdır. Bunun sinemasal karşılığını da yaptığı filmlerle buluyor. Bu da çok etkileyici ve ölümsüz olmasını sağlıyor. Evrenselliği yakalıyor ve otosansür uygulamıyor. Onun da kendine ve hayatına yön veren bir politik duruşu var ve bu zaman zaman değişiyor olgunlaşıyor. Sanatının da yaparken beslendiği yer burası oldu ve bu samimiyeti yitirmemeye çalışıyor. Farklı şeyler yapmıyor. Halkın içindeyse halkın içinden hikâye anlatıyor. O da onu ölümsüz kılıyor. Paramparça Aşklar Köpekler (2000)’in formu da aslında Yol (1982)‘un formudur; farklı hikâyelerin tek bir şeyi anlatması. Yol bu açıdan yeterince incelenmemiştir, aslında Yılmaz Güney de yeterince incelenmemiştir. Bir şey çok gözünüzün önünde olursa onu çok rahat ıskalayabilirsiniz. Yılmaz Güney toplumda spekülatif tartışmaların içinde olunca sanatı yeterince irdelenmiyor. Ben bir de Yılmaz Güney’i okul gibi görüyorum. Yaşım kaç olursa olsun her seferinde başka bir şey öğreniyorum,bunu yüksek sesle söylemek lazım. Örneğin Yol (1982), beş ayrı hikâyenin tek büyük bir şeyi anlattığı Brechtian tiyatro estetiğinin sinemaya uyarlanmış biçimi bence. Hem de bunu samimi ve içten yapıyor, seyirciyi rahatsız eder bir şekilde de yapmıyor. Yarı açık caza evinde yaşayan hükümlülere bayram tatili için izin verilir. 4 gün ailelerini görüp geri geleceklerdir ve darbe dönemidir. Tutuklular çıkıp ailelerine gittiğinde hepsinin hikâyesi tek bir şeyi anlatır; asıl cezaevinin bütün her yer olduğunu yani toplumun cezaevi olduğunu. Kimi için aile baskısı, kimi için toplum baskısı, kimi için ise devletin baskısı altında oluştur. Dışarıda yaşayan insanların da başka türden bir cezaevi içinde olduğunu anlatırken siz tek tek hikâyeleri takip edersiniz. Filmden çıktıktan sonra bilinçaltınızda kalan şey budur. Bu tür hikâye anlatıcılığının ilk örneğidir. Bence çok da başarılı bir örnek.
İçerik ve biçim dengesini nasıl kuruyorsunuz?
İçerik ile biçim ayrılamayacak bir bütün. Biri ön plana geçtiğinde irite eder insanı. İçerik için biçimi önemsemediğiniz zaman o seyirciyi rahatsız ediyor ya da tam tersi. İçeriğin önemini ısrarla vurguluyorum çünkü biçimin saltanatının sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Benim filmlerimde ise içerik ve biçim iç içedir ve farklıdır. Sıradan bir dili hiçbir zaman kullanmadım. Hikâyenin gerektirdiği anlatım biçimini kullandım her seferinde. Bundan kastım şu; mesela Bukowski’yi anlatmak istiyorsan ve Bukowski’yi kronolojik bir şekilde biçime önem vermeden anlatırsan Bukowski anlatmak çok mümkün olmaz, hatta öyle de bir film yapıldı. Sıradan bir hikâye anlatmış gibi ama aslında nerede uyanıp nerede sarhoş olduğunu hatırlamayan o haliyle yaşayıp o eserleri üreten bir adam. Belki de filmin başı sonunda olmalıydı o filmde ve ortası da başı olmalı. O zaman seyirci Bukowski’nin ruh halini birazcık olsun hissedebilirdi. Biçim ve içeriğin bütünlüğü bu şekilde olmalı.
Örneğin postmodernizm ‘60 – ‘70lerden sonra bir ideoloji olarak modern dünyada dayatıldığında sinemasal karşılıkları da yavaş yavaş çıkmaya başladı. Plastik sanatları postmodernizm çok hızlı etkisi altına aldı. Figüratif resmi ya da heykeli aşağılama çok hızlı gelişti. Buna rağmen sinemada bu o kadar hızlı gelişmedi çünkü halkın tükettiği bir sanat biçimi hala ve çok yoğun. Halk hikâye dinlemek istiyor. Ama David Lynch gibi büyük yönetmenler postmodernizmi sinemaya yavaş yavaş sindirdi. Bir şey anlatıyor ama ne anlatıyor anlamadığımız, ama sinemasıyla çok etkilendiğimiz, biçimi çok iyi kullandığı için etkilendiğimiz sinema örnekleri çıktı ve David Lynch’in kötü kopyaları şimdi her tarafı sardı. Bu arada David Lynch’i sevmem ama saygı duyarım. Biçim ve içeriğin arasındaki ilişkiyi göstermek için anlattım. Öte yandan David Lynch postmodern sinema için bir başlangıçtır. Hatta yıllar önce ilk seyrettiğimde filmlerini ilerdeki dizilerin formatını çekiyor şu anda demiştim. Onun filmlerinde duygusal bir hikâye anlatılır gibi gösterilir ama şiddet pornografik düzeyde vardır, cinsellik yine pornografik düzeyde yer alır. Hepsinden birazcık katılmıştır ama sadece bir tanesi değildir. Şimdiki dizilere bakın öyleler. Özellikle Amerikan dizileri için geçerli.
Biçim ve içeriğin iç içe geçmesini mesela teori ile pratiğin iç içe geçmesine de benzetebiliriz. Bir tanesi öne geçince bütünlük bozuluyor. Örneğin çocuk bu duruma çok güzel bir örnek. Üç yaşında bir oğlum var. Üç yaşındaki bir çocuğa ilginç bir hikâye anlattığınızda eğer içerik yoksa çocuk asla dinlemez. Ama içeriği sıkıcı bir şekilde anlatırsanız onu da dinlemez.
Hikâyeyi takip etmenin insanın temel isteklerinden olduğunu mu düşünüyorsunuz?
İnsanın dengesinde hiçbir hastalık sebepsiz olmaz. Bilinmeyen olabilir ama illa ki bir sebebi vardır. Örneğin Dogtooth (2009) filminde bir şiddet vardı sebepsiz yere. Karakterlerin motivasyonlarını göstermiyordu. Onu göremeyince tek başına şiddet seni rahatsız ediyor ve bir anlam veremiyorsun ve bunu çok iyi yapıyor. Biçimsel sinemada David Lycnh’ten sonra beni en etkileyen yönetmenlerden biridir Lanthimos. Bu, şiddeti bir manada kullanması anlamına geliyor. Biçimle içeriğin arasındaki ilişki gerçek ile sonucun arasındaki ilişki gibidir. Onu irdelemediğiniz zaman bir tarafı eksik kalıyor. Hayata bakış açımız da böyledir. İnsan didaktik bir bakış açısında sahip değil. Analitik düşünüyoruz, neden sonuç ilişkisi çok önemli bizim için. Bunu algıladığımız zaman kendimizi rahat hissediyoruz. Daha deneyimli hissediyoruz. Hikâye anlatmak da aslında deneyimle alakalı. Sinemanın özü olarak hep söylerim; insan ateşi keşfetti, eti pişirip yedi ve hikâye anlatmaya başladı ve o günden beri hikâye anlatımına devam ediliyor.
Senaryo yazım süreciniz nasıl işliyor? Senaryo yazmaya, belli bir hikâyenin başlangıcına ve gidişatına nasıl karar veriyorsunuz? Her gün yazmaya ayırdığınız belli bir rutininiz var mı?
En zor olan yazma süreci. Çünkü yazmak benim için çok önemli. İyi bir senaryodan iyi bir film çekebilirsiniz, kötü bir film de çekebilirsiniz ama kötü bir senaryodan ne yaparsanız yapın iyi bir film çekemezsiniz. O yüzden benim de en çok zaman ayırdığım şey senaryo. Hikâye kafamda netleşene kadar kâğıda dökülmüyor. Filmin hikâyesini yazıyorum önceden ama o süreç çok sancılı oluyor. Ama o süreç de bitmeden asla filme girişmiyorum. Sesime Gel (2014) de Gitmek (2008) de en az iki yıllık senaryo süreçleri olan filmler. Yaklaşık yedi yıldır da Hamarat Apartmanı ile uğraşıyorum. Daha içime sinmedi.
Her gün yazmak gibi bir rutinim de yok. Öyle yapanlara da çok özeniyorum. İşin yüzde 90’ı o aslında. Yüzleşmekten kaçamıyorsun yazarken. Ama ben şimdiye kadar düzenli yazan bir sinemacı da görmedim.
Birçok kısa filminiz de var. Kısa filme yaklaşımız nasıl?
Film bir bütün. Hikâyeyi takip ettiğiniz zaman bazen üç dakikada bazen ç saatte bitiyor. Onları tanımlayan ben olmuyorum. Filmim bitiyor bazen kısa bazen ise uzun oluyor. Bir tane kısa film yapayım demiyorum ya da bir uzun metraj çekeyim demiyorum hiçbir zaman. Hikâyenin kısalığı ya da uzunluğu filmin süresi ile ilgili değil. Yönetmenin o hikâyeye yaklaşımıyla alakalı.
Eğitmenliğin yönetmenliğinize katkısı oluyor mu? Buradan besleniyor musunuz?
Oluyor. Usta-çırak ilişkisine çok inanıyorum. Zamanında sinemayla çok vakit geçirmiş ustalar bizimle de çok vakit geçirdi. Onların cesaretlendirmesi olmasaydı ben sinema yapamazdım. Geldiğim köken ve sınıf itibariyle sinemaya çok özenebileceğim bir durumum yoktu. İşçi sınıfından bir Kürt ailenin dört çocuğundan biriydim. İşçi bloklarının olduğu bir yerde gecekonduda yaşıyorduk. Yılmaz Güney ve rol model edindiğim diğer isimler benim bu işi yapabileceğime inandırdı. Hepimizin en çok ihtiyacı olan şey birinin sizin o işi yapabileceğinize inanması. Hele ki sizden daha da deneyimliyse öykünebilirsiniz o zaman da. Bu anlamda da yeni genç ve heyecanlı meslektaşlarla tanışıyorsunuz ve ister istemez besleniyorsunuz. Karşılıklı alışveriş oluyor.
“İyi iş hiçbir zaman gölgede kalmaz.” demişsiniz. Yeni sinemacılar için bir motivasyon kaynağı olabilir mi bu sözünüz? Onlar için ne önerirsiniz?
Başarı kriteri şimdilerde maalesef artık çok ön planda. Martin Scorsese’nin en sevdiğim filmleri gişe yapmayanlar, ama iyi ki çekmiş zamanında. Ya da Charlie Chaplin yaşadığı sürede hiç oscar alamamış. Ken Loach 70 küsür yaşında aldı. En iyi filmleri hep yok sayıldı festivaller tarafından. Böyle bir sürü örnek var. Amaç ve hedef bence sadece iyi film olmalı, ilk önce sana dokunan filmler olmalı. Bu gerçekleşince cidden iyi film gölgede kalmıyor. Hayal ettiğin yere hemen ulaşamayabiliyorsun hemen keşfedilemeyebiliyorsun ama bir şekilde daha sonrasında keşfedilebiliyor. Sadece sinemada da değil her işte böyledir.