Never Look Away, Alman sanatçı Gerhard Richter’in hayatından izler taşımaktadır. Ancak hangi noktada sanatçının biyografisine sadık kalınmış, hangi noktada film bir sanat yapıtı olarak gerçekten ayrışarak kendi özerkliğini kurmuştur, tartışmaya açıktır. Örneğin, Kurt Barnert’in projeksiyon ile yaptığı foto-resim, Richter’in tekniğidir. Dolayısıyla bu noktada birebir örtüşmeden söz edilebilir. Ancak filmin belgesel kategorisinde olmadığı, bir kurmaca olduğu, değerlendirme sırasında göz önünde bulundurulmalıdır. Zira “ich, ich, ich” derken sanatçının bireyselliğini ben diyerek ortaya koyduğu anlatı savaş sonrası Doğu Almanya’da yerilmiştir. Kurgusal bir karakter olan Kurt’un kişiselliğini ortaya koyan resimler yapmak üzere Doğu Almanya’da kaçması ile esinlenildiği Gergard Richter’in gerçekliğinden kaçması mümkün olabilir mi?
Kurmaca bir filmden bahsederken bu soruya evet dememiz gerekir. Richter’in biyografisindeki bazı olaylar hikâyenin de bel kemiğini oluştursa da kurmaca bir film, pek tabii arşiv kategorisinde olamaz. Dolayısıyla da kurmaca karakterin gerçekten kaçmasını gerektirir.
İngilizce ismi, filmde geri dönüşlü olarak altı çizilen bir diyalog üzerinden son derece etkileyici olsa da filmin Almanca orijinal ismi Werk Ohne Autor’dür ve Türkçe’ye direkt olarak çevirildiğinde “Asla Gözlerini Kaçırma,” değil (çünkü bu isim İngilizcesinin Türkçe karşılığıdır), “Sanatçısı Olmayan Eser” anlamına gelir. Sosyalist-gerçekçilik akımı düşünüldüğünde, sanatçının eser üzerinde bireysel bir hükmü yoktur. Dolayısıyla bu eserlerin metaforik olarak sanatçılarının olmadığından söz edilebilir. Ancak yapan ve yapıt olarak düşündüğümüzde, ismi daha farklı açılardan ele almak mümkün olacaktır, örneğin: Faili Olmayan Suç. Hastane cinayetleri faillerinden Profesör Seeband, film boyunca aranmaktadır. Bu durumda ortada suçun olduğundan, ancak failin bir şekilde yasal yaptırımlardan paçayı sıyırdığından söz edilebilir. Önce sanatçıdan, sonra failden ilerleyerek film hakkındaki görüşlerimi detaylandırıyor olacağım.
Sanatçısı Olmayan Eser
Kurt’u henüz küçük bir çocukken teyzesi Elisabeth, Dresden’deki bir sanat galerisine götürür. Klee, Kandinsky, Bacon gibi sanatçıların resimleri veye projeksiyon yansımaları gösterilir. Ki bu sanatçıların filmdeki olay örgüsüyle güçlü olmasa da bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin Francis Bacon’ın Çarmıha Geriliş Figürleri İçin Üç Etüd (1962) resmini gördükten sonra sanatçının bazı eserlerinde Nazi figürlerini resmettiğini anımsadım. Nazi galeri rehberi dejenere sanatta Alman kadını ve Alman polisi temsilleri üzerinden basmakalıp konuşmasını sanatta delilik ve ruhsal bozukluğa yöneltir. Bu atıf yaşanacak trajediyi bir nevi önceler.
Berlin’e vardıklarında Elisabeth bir performans sanatçısı edasıyla otobüslerin önünde durur, kornalar siren misali yankılanır. Kendi değerleri ile uyumsuzluk içerisinde yaşamaya mahkum olmuş duyarlı insanlardan sadece bir tanesidir Elisabeth. Ne yazık ki otoriter rejim, modern sanatın yanı sıra duyarlı insanları da hastalıklı kabul eder.
Elisabeth bu sahnenin ardından evdeki piyanoda Bach çalar ve la notası etrafında bir aydınlanma yaşar. Otorite figürleri tarafından Elisabeth deli ilan edilir, onlar için bu bir aydınlanma değil psikotik bir ataktır. Ancak filmin büyük bir kısmı boyunca toplumun sürdürdüğü davranışsal ritüeller ne kadar anlamlıysa, la notasının da işte bu kadar anlamlı olduğunu da unutmamak gerekir. “Her şeyin kaynağı: La Notası” seyirciye de ilk bakışta bireysel bir delilik gibi görünebilir. Ancak aslında Elisabeth söylediği gibi bir aydınlanma yaşamış ve dur demiştir: Sakın gözlerini maruz bırakıldığın ve sıyrılamadığın bu dehşet verici delilikten ayırma, demek istemiştir belki de.
Kurt, Elisabeth çığlık çığlığa kliniğe götürülürken parmaklarını bu korkunç manzara ile gözleri arasına yerleştirir. Elisabeth’i bir görür, bir görmez. Gözleri bu korkunç manzara karşısında kaçmak ister belki de. Her ne kadar dehşet verici olsa da, bu görsel deneyim bir anıya dönüşerek Kurt’un sanatında karşılık bulacaktır.
Kurt Barnert özelinde filmde dönemsel olarak farklı sanat akımlarıyla karşılaşıyoruz. Bu akımlardan en belirgin olanları ise sosyalist-gerçekçilik ve avangart sanattır. Yukarıda bahsettiğim üzere, sosyalist-gerçekçilik akımda sanatçının bireyselliğinin tamamen üstü çiziliyor ve sanat toplumu yüceltmek için bir medyum hâlini alıyor. Dolayısıyla herhangi bir öznellikten bahsetmek mümkün değil. Ancak unutulmamalı ki bu akımda toplumun kaygılarını ortaya çıkaran bir eserden de söz etmek mümkün değil. Öte yandan filmde avangart sanat da en az sosyalist-gerçekçilik akım kadar tartışmalı bir yerde duruyor. Düsseldorf’a geldiğinde Kurt’u akademide gezdiren Günther, avangardı sadece yeni bir fikre indirgiyor. Professor Antonius van Verten ise bir köşeye domuz yağı ve keçe yığan, şapkalı bir adamdan ibaretmiş gibi anlatılıyor. Verten bir sembol misali sanatını icra eden, etkileşime geçilemeyecek ve anlaşılamayacak bir figür gibi gösteriliyor. Halbuki film ilerledikçe Verten’in oldukça duyarlı bir mentor olduğu görülüyor. Kurt ile kendi hikâyesini paylaşıyor ve onun kendi sanatı ile yüzleşmesine, gözlerini kaçırmamasına olanak sağlıyor.
Kurmaca ve gerçek tartışması işte bu noktada önemli bir yere iz düşüyor, zira Kurt, dehşet verici bir suçun failini eseri vasıtasıyla gözler önüne seriyor.
Faili Olmayan Suç
Profesör Seeband, hastane cinayetlerinde rol oynayan bir jinekologdur. Kalıtsal hastalıkların -ruhsal bozukluklar da dahil olmak üzere- sonraki nesle aktarımını engellemek amacıyla ve emriyle hastanede kısırlaştırma ameliyatı kadrosunda yer almaktadır. Seeband’ın karşısına iki Elisabeth çıkıyor: ilki psikotik bir atak sonucu hastaneye yatırılan Elisabeth teyze, ikincisi ise ari ırktan olmayan birinin -Kurt’un- çocuğunu taşıyan kendi öz kızı Elisabeth.
Randevu sırasında Elisabeth teyze, çerçevelenmiş çocuk resmini görmesinin ardından bir sohbet açarak ameliyat üzerine konuşmayı tercih etmez. Ancak sonrasında kendi dosyasını Seeband ofisten kısa süreliğine ayrıldığında okur. Ona ameliyatı iptal etmesi için yalvarır: “Siz de bir babasınız. Lütfen, kızınız için. O da resim yapıyor. Ablası olabilirdim. Siz de babam olabilirdiniz. Lütfen, baba.” Bu sözleri sarf ederek seyirci henüz diğer Elisabeth hikâyeye sadece çocuk resmi ile isimsiz bir şekilde dahil olmuşken -ki burada da sanatçısız bir eserden söz edilmelidir- ortak yakarışlarını seslendirir.
Elisabeth bir anlığına olsa bile Seeband’ın vicdanına dokunmayı başarır. Seeband’ın yüzünde ahlaki bir ikilemle karşılaşmış bir kişinin ifadesi belirir. Ameliyata girmeyi reddeder ancak ameliyatı iptal ettirmez. Ayakkabısının üzerine damlamış bir damla göz yaşını Elisabeth gittikten sonra bir mendil ile siler. Vicdanı olduğunun kanıtı niteliğindeki mendili çöpe atar. Yaşamının değeri olmadığı yönünde Elisabeth’in raporuna kırmızı artı işareti koyar.
Ameliyatına girmeyi reddettiği ve ölümüne yol açtığı Elisabeth teyzenin aksine, kendi kızını ise kalıtsal bir hastalığı olduğuna, dolayısıyla çocuğu taşıyamayacağına inandırarak bizzat kürtaj yapar.
Seeband film boyunca sınanır, karşısına kendi davranışını değiştirebileceği durumlar çıkar. Ancak bu durumların hiçbirinde değişmez. Yaptığı bir iyilik karşısında suçu örtbas edilir, sonrasında da Doğu Almanya’dan kaçar.
Kurt’un projeksiyon ile Elisabeth teyze ve kendisinin fotoğrafının üzerine Seeband’ın pasaport fotoğrafının gelmesi, tarihsel bağlantı sanat ile kadersel ve/veya rastlantısal olarak ortaya çıkar. Sanatçısı olmayan eser ile faili olmayan suç üst üste binmiştir ve artık gözleri kaçırmak mümkün değildir.
Faydalı. İzlenir. Teşekkürler.