Her şeyden önce tiyatro vardı. Yazılı bir metni yüzlerce insanın önünde canlandıran oyuncuların ve onu kâğıda dökenlerin er meydanıydı tiyatro sahnesi. Yüzyıllar, hatta binyıllar içerisinde sayısız oyun sahnelendi, hâlen daha sahnelenmeye devam ediyor. Ancak 19. yüzyılın sonlarında hayatımıza dahil olan ve tiyatronun zayıf kalan yönlerini tamamlayan bir sanat ortaya çıktı ki, her şeyi baştan sona değiştirdi. Zayıf yönden kastım nitelik bakımından değil, sahneleniş ve mizansen gibi konuların bir kamera yardımıyla ne kadar üste taşınabileceğinin anlaşılmasındandır. Bir oyuncuyu doğru açılarla kameraya aldığınızda elde edilen ürünün niteliğinin ve gücünün arttığının fark edilmesi, sinemacıların görüntünün üstüne daha büyük bir ciddiyetle eğilmelerine sebebiyet verdi. Işık, renk, kamera kullanımı gibi unsurların öneminin artmasıyla birlikte görüntü yönetimi (sinematografi) denilen apayrı bir kavram oluştu.
Tüm sanat dallarını olduğu gibi sinemayı da derinden etkileyen sanatçılar olmuştur. Sinematografi alanında da bu tarz öncüler vardır tabii ki. Ancak bunların pek azı Hollandalı sinematograf Robby Müller kadar ihtişamlıdır. Sinema yapan ve yapmak isteyen her kişinin kıskanacağı nitelikteki filmografisinin yanında, fotoğrafa yaklaşımı, perdeye yansıtılan atmosferi yaratma yeteneği ve anlatım diline görüntü materyalleriyle sağladığı katkı da alkışlanacak cinstendir.
2018 yılında kaybettiğimiz “Işığın Üstadı-Master of Light ” lakaplı usta sanatçı Müller’in imza filmlerinden bazılarını sizler için derledik.
Amerika Birleşik Devletleri’ni karış karış gezen Philip, bir türlü yazamadığı hikâyesiyle boğuşurken bir yandan da gördüklerini fotoğraflayan bir gazetecidir. Ülkesi Almanya’ya uçuşu havayolu şirketindeki grevden dolayı ertelenen Philip, havaalanında Lisa ve kızı Alice ile tanışır. İngilizce bilmeyen Lisa, Philip’ten yardım ister. Ertesi gün kayıplara karışan kadın, Alice’i Avrupa’ya döndüklerinde havalimanından alacağını yazan bir not bırakır. Uçuş sonrası Lisa’ya ulaşamayan Philip, Alice’i anneannesine teslim etmek ister. Ancak anneannesini senelerdir görmeyen Alice, kadının nerede olduğunu bilmez; ipucu olarak bulabildiği tek şey cüzdanında taşıdığı anneannesinin evinin fotoğrafıdır.
Alice In Den Stadten, yol üçlemesinin ilk filmi olma özelliğini taşır. Wenders sinemasında önemli bir yere sahip olan yolda olmak ve yolculukla birlikte değişmek kavramlarını oldukça nahif ve sade bir üslupla perdeye aktaran yapıt, hissiyatı hareketli fotoğrafların içine gömmekte ve bunu seyirciye aktarmakta muazzam bir iş çıkarıyor. Üçlemenin diğer filmlerinde de olduğu gibi başrolde Rüdiger Vogler’i görüyoruz. Alice rolünde kendisine eşlik eden Yella Rottlander’in olağanüstü çocuk oyuncu performansı ise kesinlikle görülmeye değer.
İşte o film! Tartışmalara kapalı olarak sinema tarihinin en dokunaklı, en duygusal yapıtlardan biri. Wim Wenders’ın ustalık eseri olan Paris, Texas’ı bir bütün hâlinde başyapıt olarak değerlendirebiliriz aslında. Her parçasıyla şiirsel ve buruk bir gerçekliğe sahiptir. İzleyen, gözüne toz kaçmasını engelleyemez. Harry Dean Stanton, Nastassja Kinski, Dean Stockwell gibi isimleri barındıran oyuncu kadrosuyla ışıldayan filmin en büyük silahıysa görüntü yönetimindeki kusursuz işçiliktir. Başından sonuna kadar her renk paletinin anlatıya katkısının ve yarattığı estetik kusursuzluk algısının önemi yadsınamaz cinstendir. Planların, sahnelerin kusursuz dizaynının izleyenler üzerindeki etkisi büyüktür.
Yedinci sanatın ikonik yönetmen-sinematograf ikililerinin en meşhurlarından Wenders-Müller ortaklılığın en güzide örneklerinden biri olan yapıtın konusuysa kısaca şöyle: Dört senedir kayıp, kendisine yabancılaşmış, geçmişinden bihaber ve konuşmaktan kendini men etmiş Travis (Harry D. Stanton) kaybolduğu çölden kardeşi Walt (Dean Stockwell) tarafından kurtarılır. İkili Texas’tan Los Angeles’a doğru yola çıkarlar. Yolculuğun sonunda Travis, yıllardır görmediği ve o süreçte kardeşi ve karısı tarafından büyütülmüş çocuğuyla yeniden buluşur. İkili arasındaki boşluk, zaman geçtikte sevgi bağıyla örülmeye başlar. Ancak ortada bir kayıp daha vardır: Travis’in eski eşi Jane (Nastassja Kinski). Bilinmeyeni ortadan kaldırmak adına baba-oğul, Houston’a giderler.
To Live and Die in L.A. (1985)
William Friedkin’in yönettiği To Live and Die in L.A. başarılı hikâye anlatımı sayesinde zamansızlaşmış bir suç filmidir. Filmin esin kaynağı, eski Gizli Servis ajanı Gerald Petievich’in aynı adlı romanıdır. Los Angeles’ta ajanlık yapmakta olan Richard Chance (William Petersen), ortağı Jim Hart’ın (Michael Greene) başına gelenlerden sonra uzun süredir aranan kalpazan Eric Masters’ı (Williem Dafoe) yakalamaya and içer. Fakat Masters, Gizli Servis’in onun peşinde olduğunun bilincindedir, bu nedenle de her zaman bir adım öndedir. Chance, bu süreçte git gide daha da takıntılı hâle gelir. Bu sebeple gözünü hırs bürür ve suçluların peşindeyken kullandığı yöntemler ahlâki çerçevenin dışına taşmaya başlar.
Etikten uzak, iyiyle kötünün birbirlerinin içinde kaybolduğu bir evren olarak ele alınır Los Angeles. İhtiras ve intikam ögelerinin makyaj ve dekor konsepti ile tamamlanmasıyla yapım, klasik aksiyon filmleri kategorisinden çıkıp zamanının “Film Noir” kültürünün önemli değerlerinden biri hâline gelir. Polis ve suçlular arasındaki sürükleyici kovalamaca sahnesi ise seyirciye unutamayacağı bir deneyim yaşatır.
The Exorcist ile tanınan yönetmen William Friedkin’in eseri olan To Live and Die in L.A. filminin baş rollerinde William Petersen, Willem Dafoe, John Pankow gibi başarılı oyuncular vardır.
Barfly (1987)
Senaryosunu yeraltı edebiyatının en büyük isimlerinden Charles Bukowski’nin kaleme aldığı Barfly’ın yönetmenlik koltuğunda Barbet Schroeder oturmaktadır. Kitaplarının çoğunda Henry Chinaski’yi alter egosu olarak kullanan yazar, bu filmde de aynı kişi üzerinden hikâyesini paylaşmıştır. Bukowski’nin yarı otobiyografik portresi olarak tanımlayabileceğimiz yapımın konusuysa kısaca şöyle: Dipsomanik bir yazar olan Henry (Mickey Rourke) durmadan alkol tüketerek ve bar köşelerinde kavga ederek yaşamını sürdürmektedir. Yazdıklarından para kazanamamakta, kötü koşullar altında yaşamakta ve düzenli beslenememektedir; ancak içinde bulunduğu durumdan memnuniyetsizlik de duymamaktadır. Bir gün, barda tanıştığı Wanda’ya (Faye Dunaway) âşık olur. Kendisi de alkol bağımlısı olan Wanda, Henry’ye birlikte yaşamayı teklif eder ve ardından yaşananlar sevgililerin arasındaki bağların sıkılaşmasına sebep olur.
Mickey Rourke’un sergilediği olağanüstü Chinaski performansı, filmi yukarıya taşıyan en önemli unsurlardan biridir. Karakteri o kadar kusursuz canlandırmıştı ki ilerleyen yıllarda Bukowski öldüğünde gazetelere Rourke’un resimleri basılmıştır. Aslında Henry rolü için önceleri Sean Penn düşünülmüş. Ancak Penn, yönetmenin Dennis Hopper olması koşuluyla ekipte yer alabileceğini belirtmiş. Ancak Bukowski, bu teklifi kabul etmemiş; çünkü rejinin başında Barbet Schroeder’ın olmasını istiyormuş. Kendisine Wanda rolüyle eşlik eden Faye Dunaway, Altın Küre Ödülleri’nde En İyi Aktris ödülü’ne aday gösterilmiştir. Sinematografi bağlamında filmin önemiyse Kino Flo teknolojisidir. Dar mekanlarda yapılan çekimlerde büyük fayda sağlayan bu sistem, ilk olarak bu filmde kullanılmıştır ve Robby Müller ve ekibi tarafından keşfedilmiştir.
Mystery Train (1989)
Jarmusch’un kusursuz filmografisinden küçük bir parça dahi tatmış olan herkes onun “Rock and Roll”a olan sevdasına aşinadır. Yönetmenin anlattığı hikâyeler değişir, o hikâyelerin anlatıldığı coğrafyalar farklılaşır, ancak hepsinin içinde bir yerlerde Rock and Roll vardır. Mystery Train, sevdiği müziğe saygı duruşunda bulunmak isteyen bir dâhinin anlatısıdır. Anlatının merkezindeyse insanlar yoktur, Rockabilly türünün krallarına ev sahipliği yapan bir şehir vardır: Memphis. Elvis Presley, Otis Redding gibi isimlerin şarkılarıyla katkı verdiği film, farklı insanların aynı zaman aralığında yaşadıkları farklı hikâyelere odaklanmaktadır. Sadece zamanı ve mekânı ortaklaşa kullanan karakterler, birbirlerinin hayatlarına farkında olmasalar da etki ederler. Film; Elvis sevdasıyla Memphis’e kadar gelen Japon bir çift, kocasını balayında kaybetmiş İtalyan bir kadın ve cinayet işledikleri için saklanmakta olan üç arkadaşın hikâyelerinin ekseninde döner.
Yapıt, altı yapımda ortaklık kuran Müller ve Jarmusch ikilisinin ikinci ortak çalışmasıdır. Müziklerini yönetmenin filmografisinin vazgeçilmez iki parçası olan John Lurie ve Tom Waits’in yaptığı film, Cannes Film Festivali’nden ödülle dönmüştür.
Korczak (1990)
Usta yönetmen Andrzej Wajda’nın son döneminin en önemli yapıtlarından biri olan Korczak, kanın gövdeyi götürdüğü savaş filmlerine önemli bir alternatif olarak göze çarpmaktadır. Savaşın yarattığı vahşi atmosferi sıcak çatışma sahasının gerisinden, şehirli bir Yahudi doktorun gözünden izleriz. Dünyaca ünlü bir pedagog ve yazar olan Janusz Korczak (Wojciech Pszoniak); hayatını, Yahudi yetimhanesine sığınan çocukları korumaya, sağlıklı biçimde büyümelerine yardımcı olmaya ve aynı zamanda onlara babalık yapmaya adamıştır. Zaman, 2. Dünya Savaşı atmosferinin buram buram hissedilmeye başladığı 30’ların sonudur. Polonya Yahudileri için işler güçleşmiştir: Naziler iyice güç toplamış ve Polonya’yı işgal etmişlerdir. Yahudilerin üzerindeki baskı artarken Korczak, çocuklarını korumak için büyük çaba sarf eder. Ayrıca ona pasaport ayarlayan ve irtica etmesi için yardımcı olmaya çalışan üst zümreden dostlarının dediklerine kulak asmaz, vatanından kaçmaya razı olmaz. Bu olayların ardındansa trajedinin dozu artmaya başlar.
Leh coğrafyasındaki Nazi işgalini konu edinen filmi ilginç kılan noktalardan biriyse Polonya ve Almanya ortak yapımı bir proje olmasıdır. Korczak, festivallerde büyük bir başarı elde edememiş olsa da Robby Müller, Alman Film Ödülleri’nde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü kazanmıştı.
Dead Man (1995)
Ünlü şair Henri Michaux’nun, “Ölü bir adamla yola çıkmamak tercih edilir.” sözüyle açılan film, bu mottoyu sarkastik bir anlatıyla destekleyen yapısıyla öne çıkar. Hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan William Blake (Johnny Depp), yeni bir hayat kurmak ümidiyle Cleveland’a gider. Ancak işler yolunda gitmez ve Blake, Cleveland’dan yanlışlıkla olsa da bir katil olarak ayrılır. Yaralanmıştır ve peşinde ödül avcıları vardır. Bu süreç esnasında kabilesinden ayrı yaşayan bir Kızıldereli olan Nobody (Gary Farmer) ile tanışır, ardındansa spiritüel bir evrene doğru kürek çekmeye başlar.
Beyazperdenin hikâye anlatıcılarının özgür ruhlarından Jim Jarmusch’un yenilikçi western yorumu Dead Man, Robby Müller’in siyah beyaz fotoğraflarının ihtişamı ile dikkat çeker; ayrıca Müller-Jarmusch işbirliğinin üçüncü dalgası olma özelliğini de taşır. Klasik Jarmusch anlatısı, aksiyon gerektiren böyle bir konuyu oldukça özgün bir biçimde yorumlamakla kalmaz; filmi yönetmenin filmografisinde önemli bir konuma oturtur. Geniş perspektiften bakacak olursak Dead Man, sinema tarihi arşivinin en önemli raflarından göz kırpan bir başyapıttır.
Breaking The Waves (1996)
Breaking The Waves, sinema tarihinin en azılı provokatörleri listesinin üst sıralarında kendine önemli bir yer edinen Lars von Trier’a bu unvanı veren filmlerden biridir.
İskoçya’da yaşamakta olan Bass (Emily Watson), petrol kuyusunda çalışan bir Danimarkalı olan Jan (Stellan Skarsgard) ile evlenir. Bass, aşkı ve tanımlanamamış psikolojik hastalığının etkisiyle ortaya çıkan nevrozları yüzünden işi nedeniyle eve nadiren gelen Jan’ın sürekli yanında olmasını ister. Dengesiz ruh hâlini ve çocuksu tavırlarını gerçekdışı dini inanışları izler: Tanrıyla diyalog kurabildiğini ve yaşanan olaylara yön verebildiğini düşünmektedir. İş kazası sonucu felç kalan Jan’ın içinde bulunduğu durumdan kendini suçlu tutan Bess’in davranışları gitgide anormalleşmeye başlar. Jan, hayatı boyunca yatağa bağlı olarak yaşaması gerektiğini düşünmeye başlayınca Bess’ten kendisine bir sevgili bulmasını ve aralarında geçen her şeyi kendisine anlatmasını ister. Amacı cinselliğin nasıl bir şey olduğunu unutmamak ve Bess’i hâlâ sevebilmektir. Ancak ipin ucu kaçar ve olayların seyri beklenilen doğrultuda ilerlemez.
Lars von Trier’nin Dogma 95 manifestosundan sonraki ilk filmi olan Breaking the Waves, yönetmene dünya çapında büyük başarı getirmiş olmasıyla birlikte, hâlen daha tartışmalara konu olmaktadır. Ek olarak, Müller-Trier ikilisi bu filmin dışında Dancer in the Dark’da da birlikte çalışmışlardır.
The Tango Lesson (1997)
Çektiği filmlerle dikkat çekmeye başlayan Sally’ye (Sally Porter) sektörün büyük prodüktörleri kancalarını takmışlardır. Bunun üzerine, yeni senaryosu üzerine çalışmak için Paris’e taşınan kahramanın yolculuğuysa bambaşka bir yöne sapacaktır: Tango. Bir gösteriden sonra tanıştığı Pablo’dan (Pablo Véron) dans dersleri almaya başlayan Sally’nin hayatına tangoyla birlikte aşk da girer. İkilinin ilişkileri daha sonra profesyonelliğin ve duyguların arasında gidip gelmeye başlar. Tangonun yarattığı ihtiras, dengesiz ve git gelli hayatlarında kahramanlarımızı ayrılmaktan kurtaran yegane kaynağa dönüşüverir.
Renkli ve siyah-beyaz görüntülerin harmanlandığı ve bu tercihin hikâye anlatımına optimum seviyede katkıda bulunduğu filmin yönetmenlik koltuğunda Orlando (1992) ve The Party (2017) gibi yapımlar ile tanıdığımız Sally Porter oturuyor. Yarı otobiyografik olarak nitelendirilen yapıtta oyuncular gerçek isimleriyle performans gösteriyorlar. Rejisör tangoyu merkeze koyarak bizlere Paris ve Buenos Aires arasında mekik dokuma şansını tanıyor ve bunu cinsel gerilimi oldukça makul bir düzeyde tutarak başarıyor. Zekice çekilmiş planların; müziğin ve dansın ritmine eşlik edebilmesi ve bunları perdeye aktarma biçiminin zarifliği, Robby Müller’in dehasına şapka çıkarmamızın gerekliliği vurgular nitelikte.
24 Hour Party People (2002)
Punk, uyuşturucu, seks ve dahası. Bir Sex Pistols konserinden sonra kurulan Joy Division grubuyla birlikte başlayan film; 70’lerden itibaren gelişen Manchester müzik ve eğlence kültürüne ünlü radyo sunucusu ve menajer Tony Wilson’ın (Steve Coogan) bakış açısından ışık tutuyor. Wilson’ın kurduğu Factory Records ile birlikte yükselen post punk hareketini Joy Division, Happy Mondays, The New Order, A Certain Ratio, The Duritti Column gibi akıma etki etmiş grupların yaşayışlarından hareketle izlemek ve grupların müziklerinin nasıl bir gelişim gösterdiğini görmek, ayrıca 80’lerin sonunda büyük sükse yapan rave kültürünün endüstriye olan etkilerini incelemek adına seyircinin çıkabileceği oldukça iddialı ve bir o kadar da eğlenceli bir serüven 24 Hour Party People .
Anlattığı tuhaf öyküler ve izleyiciyi peşinden sürüklediği özgün hikâyelerle tanıdığımız Michael Winterbottom’ın filmografisinin önemli parçalarından biri olarak ön plana çıkan yapıtı ilginç kılan özelliklerden biriyse yarı profesyonel bir video kamera ile çekilmiş olmasıdır. Sürekli hareket hâlinde olan kamera filme amatör bir hava katmaktan ziyade, yaratılmaya çalışılan retro atmosferi tamamlıyor ve ortaya leziz bir yaratı çıkarıveriyor. Ayrıca kurgucu Trevor Waite’in harikalar yarattığını da belirtmeliyim.
Oyuncu kadrosunda Steve Coogan, Danny Cunningham, Sean Harris ve Shirley Henderson gibi isimleri barındıran yapım, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştı.