69. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde prömiyeri gerçekleşen The Day After I’m Gone (2019), İsrailli senarist ve yönetmen Nimrod Eldar’ın ilk sinema filmi. Senaryosunun ana hattını sorunlu bir baba-kız ilişkisi üzerine inşa eden Eldar, ıssız manzaralar eşliğinde ülkesinin yaralı ruhlarına ışık tutarken oldukça derinlikli bir çerçeve ortaya koymakta.
Eşini yeni kaybetmiş Yoram’ın on yedi yaşındaki kızı Roni ile kuramadığı iletişimi konu edinen film, modern toplumdaki aile ilişkilerini irdelemekte. Ancak arka planda İsrail’de yaşamak, İsrail devletinin güvenlik algısı gibi unsurları dolaylı olarak işlemekte veya işlediği yönünde intiba uyandıracak bir anlatıyı benimsemekte.
Film, veteriner Yoram’ın işten çıkıp eve dönerken safari turundaki bir aileye rastlamasıyla başlar. Kanunlar gereği tur sırasında araçtan inmek yasak olmasına rağmen parktaki gergedanların yanı başına kadar sokulan bir aileyi önce Yoram kibarca uyarır. Uyarılara aldırış etmeyen aileye bu kez güvenlik güçleri sert bir ikazda bulunur ve “Bu hayvanlardan biri size doğru koşmaya başlarsa, onu etkisiz hâle getirmek zorunda kalacağız” sözleriyle aileyi alandan uzaklaştırır. Gergedanların yaşadığı bölgeyi işgal edip hayvanların yaşam alanını bir safari parkına dönüştüren; bununla da yetinmeyip kendi canını güvence altına almak için onlara silah doğrultmakta sakınca görmeyen bir güvenlik anlayışının anlatısı, filmin Filistin topraklarının işgalini sorunsallaştırdığını düşündürtmekte.
Ancak biz yine de filmin ana hattı olan sorunlu baba-kız ilişkisine dönelim:
Gece yarısı şiddetli bir şekilde kapınız çalınır ve evinize gelen polisler, odasında uyuduğunu düşündüğünüz kızınızın intihar etmiş olabileceğini söylerse ne yaparsınız? Şayet kapınıza dayanan bu polisler, bireylerin sosyal medya paylaşımlarını takip etmek suretiyle intihar eğilimli insanların tespitini yapan İsrail güvenlik timi ise onları ciddiye alırsınız. Bu sahne bize iki önemli anlatı sunmakta: Birincisi, modernitenin bizleri aynı hane içinde birbirinin ruh hâlinden bihaber yaşayan insanlara dönüştürdüğü, ikincisi ise güvenlik güçlerinin halkı gözetleme ve takip etme becerisine son derece sofistike tekniklerle sahip olması ve bu sayede hayatın her alanına etkide bulunmasıdır. Bu gözetleme teknikleri olmasaydı, kızını kaybedecek Yoram aracılığıyla izleyici, yüzyıllardır filozofların tartıştığı özgürlük-güvenlik paradoksunu bir kez daha düşünme fırsatı bulmakta.
Roni’nin intihar girişiminden sonra onu yeniden hayata bağlamak isteyen Yoram, kızını kırsal alanda yaşayan akrabalarının yanına götürür ve burada öfkesini dışa vurur. Yemeklerin yendiği, kavgaların edildiği, hep bir ağızdan milliyetçi şarkıların söylendiği bu sekanslar, birbiriyle çok az konuşan baba-kız sahneleriyle tezat oluştururken güvenlik ve gelecek kaygılarıyla ulusal kimliğini inşa eden İsrail toplumunun fotoğrafını çeker. Böylelikle yönetmen Eldar, içten içe yaralı bir aile draması üzerinden aslında içten içe yaralı bir ülkenin tasvirini yapar.