Kimi filmler, adlarıyla tüm senaryosunu ortaya koyar -ki buna cesaret etmek için ya adın ya da eserin içini tam anlamıyla doldurabilmek gerekir. Polonyalı yönetmen Piotr Domalewski de Asla Ağlamam (Jak najdalej stad) derken film boyunca gözyaşını, pınarın ucunda bekletmeyi ve filmin sonunda başlığı daha da anlamlı hâle getirmeyi başarıyor.
Filmin senaryosunu da kaleme alan Domalewski, bir ölüm hikâyesini konu ediniyor. Filmde Polonyalı Ola, engelli erkek kardeşi ve annesiyle birlikte yaşar. Babası, geçimlerini sağlayabilmek amacıyla İrlanda’da inşaatçı olarak çalışmaktadır. Ancak ne Ola babasının nerede ne iş yaptığını tam olarak bilir ne de annesi; ta ki bir akşam, babasının ölüm haberini alana kadar. Feci bir inşaat kazasında hayatını kaybeden adamın cenazesinin İrlanda’dan Polonya’ya getirilmesi gerekmektedir. Ancak cenaze işlemleri, nakil, cenaze tespiti gibi aileyi bekleyen resmi işlemlerin tamamı henüz 17 yaşındaki Ola’ya kalmıştır. Çünkü annesinin, evde kalıp engelli abisine bakması gerekmektedir. Bunun üzerine otobüse atlayarak tanımadığı topraklara, aslında gerçekten “tanımadığı” babasını almaya gider Ola.
Kurgunun ironisi burada başlar. Ola, belki ilk defa ölümüyle beraber babasını tanıma fırsatı bulmuştur. Zira cenaze işlemleri için babasının kilosundan boy uzunluğuna, banka hesabından, kaldığı yerlere, görüştüğü kişilere kadar her ayrıntının belirtilmesi gerekir. Oysa Ola, daha babasının ikinci adının Sebastian olduğunu bile bu işlemler sırasında öğrenmiştir. Babasına böylesine uzakken onu ölüm gibi geri dönüşü olmayan bir ayrılık durumunda tanımak zorunda kalan Ola, filmin adını da yansıtacak şekilde tüm bu süreç boyunca bir kez olsun ağlamaz. Ancak usta yönetmen, üst üste gelen travmatik ve şok edici olaylarla gözyaşını daima seyircinin pınarlarında tutmayı başarır. Ola ne kadar ağlamıyorsa bizler de bir o kadar perişan oluruz içten içe. Baba ile kızın birbirine uzaklığı, babasının aslında yasadışı çalıştığı için resmi kayıtlarda ölü bile sayılmayışı, dağ gibi büyüyen cenaze masraflarını karşılayacak kadar birikimlerinin olmaması, çaresizlik hissini adım adım yükseltir.
O güne değin “baba” kavramı, filmde de değinildiği üzere kim olduğu, nerede çalıştığı bilinmeyen; ancak sadece parayı gönderdiği tarih ve paranın miktarıyla tanımlanan bir etkendir insanların hayatında. Kapitalist düzenin içinde insanın ölü bedenine dahi herhangi bir değer verilmeden yok sayılması, aslında bizlere de uzak bir durum değildir. Nitekim olayların sarsıcı olmasının da ötesinde bu durumun gerçekliği, izleyicinin boğazına bir yumruk gibi oturur.
Ola’nın mücadelesi, tanımadığı bir insanı baba olarak kabullenmek ve insandan bile sayılmayan birine, hak ettiği şekilde bir cenaze sunabilmek içindir artık. Sonunda her ikisinin de altından kalkabilen küçücük bedeni ve yüreği, son sahneye kadar tuttuğu gözyaşını artık özgür kılar. Ne var ki hıçkıra hıçkıra ağlarken bile asla ağlamamıştır Ola; her bir gözyaşında film boyunca söylemeden yalnızca delici bakışlarıyla anlattığı her şey çözülüverir.
Ola karakterine hayat veren Zofia Stafiej, altından kalkması zor bir oyunculuk performansıyla Polonya Film Festivali’nde kazandığı En İyi Yeni Oyuncu ödülünü kuşkusuz hak ediyor. Yönetmen Domalewski ise böylesi depresif bir atmosfere mizahı ve ironiyi tam da dozunda, taş gibi ağır ve sert bir eleştiriyi satır aralarına yerleştirerek sunuyor.