“Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bi meyhane gördüm. Bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bi de rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık… Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım başımda bi çocuk: ‘Kalk abi.’ diyor ‘Kars’a geldik.’
Otobüsten indim, yürümeye başladım. Dedim, Allah’ım nerdeyim ben? Burası neresi? Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm. Dedim Bekir, bu kapı ahiret kapısı. Burası sırat köprüsü. Bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin. İyi düşün dedim. Düşündüm, düşündüm… Ama olmadı, dönemedim. Sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.”
Aşk uğruna sürünen, sürüklenen, tükenip giden ve bunu bir tercih değil, kaderi olarak görecek kadar biçare ve güçsüz, ne yaptığını hem çok iyi bilen ama hiç bilmiyormuşcasına davranan bir erkeğin hezeyanı bu monolog. Ömrünün sonuna kadar hiçbir şansı olmadığı hâlde bir kadından vazgeçememenin ne olduğunu bilenler için üç harfle özetlenecek kadar basit bir gerçek bu: Aşk. Âşıklar, kavuşamamanın, aşkı nasıl alazlandırdığını iyi bilirler. Büyür de büyür. Benliğini, kişiliğini, karakterini ele geçirir. Ömür boyu sürecek bir tutulmadır bu. Birbirine kavuşulan hikâyelerde meşk olur, mutluluk olur, o olur, bu olur ama aşk, Bekir’in Uğur’a duyduğu kadar büyük olur mu? Dışarıdan bakıp saplantı, takıntı diye sıfatlarla kolayca açıklayabileceğimizi sandığımız şey, belki de Yunus’un ilahî aşkından Rumi’nin Şems aşkından bile çok daha yüce. Uğruna bir kadın terk edilecek, yuva yıkılacak, hasta bir çocuk babasız bırakılacak kadar büyük ama bir o kadar acımasız ve kötücül.
Masum bir hikâye değil Bekir’in Uğur’a karşı olan platonik aşkı. Kendi hayatını hiçe saymasını anlayışla karşılayana bile ağır gelen, karısının ve çocuğunun hayatlarını da mahveden bir aşk. Feda ettikleri o kadar önemli ki, işte o yüzden bunun tercih olduğunu itiraf etmek yerine kader demekten başka bir çaresi yok Bekir’in. Peki, gerçekten kader mi?
Ülkenin gerçek anlamda auteur yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz soruyor bu soruyu 2006 yapımı filminde, Vildan Atasever ve Ufuk Bayraktar’ın canlandırdığı Bekir ile Uğur’un hikâyesiyle. Ve biz Bekir’le Uğur’un sonunun ne olduğunu da biliyoruz yıllar öncesindeki Masumiyet (1997) filmi ile. Zagor’a sevdalı Uğur, Uğur’a sevdalı Bekir’in kendilerini ve çevrelerindeki herkesin hayatlarını nasıl mahvederek son demlerine geldiklerini göstermişti Demirkubuz, Haluk Bilginer ve Derya Alabora’nın inanılmaz performansları ve Türk sinema tarihinin en başarılı filmlerinden biriyle.
Masum olduğu da, tüm tercihlerinin kader olduğu da tartışma götüren Bekir’in hikâyesinden çıkan Masumiyet ve Kader, Türk sinemasının Sevmek Zamanı (1965), Kuyu (1968), Eşkıya (1996) ve Duvara Karşı (2004) ile birlikte saplantılı aşkı en iyi anlatan filmleri oldular. Ben Kader’i Masumiyet’e göre bir adım daha öne koyuyorum. Kader’de gerçekten de Demirkubuz anlatmaya çalıştığı derdini kusursuz bir şekilde anlatıyor. Aslında anlatmak istediği sadece hikâye. Bekir’i yargılayıp yargılamamayı seyircisine bırakıyor. Ne Bekir-Uğur aşkını yüceltiyor ne de Bekir’i kötü olarak empoze etmeye çalışıyor. Belki de sıradan denilebilecek bir üçüncü sayfa haberini olanca basitliğiyle ama bir o kadar da gerçekçi anlatıyor. İzleyici tanık olduğu öyküde kendi meşrebine göre taraf alıyor. Örneğin benim için Bekir, 2006 yılında sapkınlık boyutunda saplantılı sürreel bir karakterken 2013 yılındaki ikinci izleyişimde neredeyse her yaptığına hak vereceğim gerçek bir âşık oldu. Masum olduğuna da, hayatının onun seçimi değil kaderi olduğuna da inandım.
Ama bu basit öyküyle üstüne saatlerce konuşsanız da doyamayacağınız öyle çok okumaya, tartışmaya da zemin hazırlıyor ki Demirkubuz, Yavuz Turgul’un, Keje için en yakın arkadaşını satan Berfo karakteri gibi Bekir de aşkının büyüklüğünü, feda ettikleri ile ölçüyor. Bu acziyet mi güçlülük mü? Bekir’i hasta çocuğuna ilaç götürmekten bile alıkoyup, aşkın peşi sıra bilmediği şehirlere götüren kader mi? İradesizlik mi? Fedakârlık mı? Bencillik mi? Aşk mı?
Reha Erdem, “İyi film cevap veren değil soru soran filmdir” der. Bu tanımla Bekir’in güçlü olup olmadığını tartışırız ama Kader’in ne kadar güçlü bir film olduğu tartışılmaz.
“Uğur n’olur çık. Valla 2 dakika bi’şey diyip gitcem. gitmeyen orospu çocuğu, Uğur n’olur çık. Uğur yalvarıyorum çık”
Bu yürek dağlayıcı çaresizliği hangi âşık yaşamadı ve hangisi gidebildi de Bekir gidebilsin? Bekir de gidemedi. Tâ ki bir silah ile beynini dağıtana kadar.
Bekir’in Masumiyet’teki bu sonunun altyapısının santim santim nasıl örüldüğünü görmekti belki de Kader’i böylesine unutulmaz kılan. Sanki biz gibi Bekir de biliyordu sonunu; o da izlemişti Masumiyet’i. Ona rağmen vazgeçmedi sevdiğinden.
Sahici diyaloglar, sahici karakterler… Sahici bir film Kader. Güzelliği de, rahatsız ediciliği de sahiciliğinden gelmekte.
Demiştik, Kader, Masumiyet’teki Uğur ve Bekir’in gençliklerinin hikâyesi. Ancak bir sahnede televizyon ekranında göze çarpan Masumiyet filmindeki sahne, Bekir’in Masumiyet’teki Yusuf’un montunu giymesi, cep telefonları ve renkli televizyonlar gibi diğer birkaç küçük detay ise bilinçli bir anakronizm.
Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’in evveliyatını yetmişli yıllar ‘background’unda çekmemesinin elbet vardır bir anlamı. Ne tek bir Bekir var ne tek bir Uğur. Âşık olduğu insan başkasıyla bile olsa hep bir gün ona kavuşmayı bekleyen Bekir’ler, sevdiği başka, seveni başka olan Uğur’lar… Kimisinin yüreği unutmamaya yeter, kimisi hayatını harcar. Kimisi benim gibi tüm öyküye Bekir’in gözünden bakar, Uğur’un Zagor’a olan aşkına tek bir övgü düzmez. Kimi de Bekir’in karısının çocuğunun hayatını harcadığını görür de Uğur’un ona âşık Bekir’i nasıl mahvettiğini görmez.
Aşk dedikleri kader, masumiyet, fedakârlık, saplantı… Belki de hepsi… Ama benim, Bekir ve Uğur’dan anladığım aşk, en çok çaresizlik hâli işin aslı.
Çok güzel bir değerlendirme olmuş, etkilendim. Teşekkür.
Öncelikle incelemeniz çok güzel ama Masumiyet filmini izlemediğimden ve Kader filminin incelemesini okuduğuma güvendiğimden ağır bir spoiler yedim 🙂
Kader, aşkın değil tutkunun filmidir