Haykırdığınızda sesinizin yankılanamayacağı kadar uzağa gidebilirseniz Güney Amerika’nın kırsallarında cennetin simasını bulabilirsiniz. Burası, uzun gövdeleriyle mor, eflatun çiçeklerin serpildiği, gökyüzü ve yeşil toprak arasında yalnızca ılık rüzgârların dolaştığı, süt beyazı bulutların, bereketli ekin başaklarını emzirdiği yerdir. Uçsuz bucaksız kırların tam ortasında, yaşamayı içinize çekerken ne kadar kalabalık olduğunuzun ayrımına ancak o an varabilirsiniz. Güneş hiç batmayacak gibi gelir; nefes almak, koşmak, insan olmak hiç bitmeyecekmiş gibi…
Usta kalem Alice Walker’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve yine Steven Spielberg gibi usta bir yönetmenle beyazperdeye taşınan The Color Purple (1985), kadının ve kadınlığın hikâyesini anlatan çarpıcı bir yapımdır. Hikâyenin merkezinde yer alan Celie ve Nettie, sevgi dolu, koyu renkli iri gözlerini ilk kez bu cennete açmış, birbirini canlarından çok seven iki kız kardeştir. Toprağın bereketi neşelerine, rengi de tenlerine yansımıştır. İki kardeş gün boyu birbirlerinden bir an olsun ayrılmadan cennetlerinin her köşesini çocuk adımlarıyla dolaşır, aynı kahkahayı paylaşır, oyun çığlıklarından hayalî uçurtmalar yaparlar. En çok da karşılıklı oturup ellerini birbirine vurarak şarkı söylemeyi severler, aralarında ebedî bir yemin gibi durmadan ve içtenlikle tekrar ederler:
Sen ve ben hiç ayrılmayacağız
Sen ve ben, bir atıyor kalbimiz
Ne okyanus ne deniz
Kız kardeşimi benden ayırabilir
Baştanbaşa mor çiçeklerle bezeli bu cennet, tam on üç yıl iki kardeşi kucağında büyütür, öksüzlüğün getirdiği yitik duyguların üstünü örtercesine onlara analık eder. Ve on dördüncü yıla geldiklerindeyse çocukluğun topraklarında son kez özgürce koşarlar; güzden önceki son yeşilini doğuran tepelere soluk soluğa tırmanır, yüzlerini rüzgâra dönerek yaşamlarının geri kalanını sırtlayabilmek için güç ve cesaret istercesine birbirlerine tutunurlar. Tıpkı bir fırçanın ucundaki resim gibi, ikisinin de hafızasından asla çıkmayacaktır rüzgârlı tepenin üzerindeki o an: Saçlarındaki kurdeleleri neşeyle uçuşan güzel Nettie ve çocuksu bir merakla bakışlarını gökyüzüne dikmiş, uzun elbisesinin etekleri dalgalanırken kocaman karnını taşımaya çalışan Celie.
Kimi kaderlerde tebessümün ömrü kış, hüznün ömrü yaz vakti miktarınca hüküm sürer. Nitekim böylesi bir kaderi paylaşan iki kardeşin o unutulmaz fotoğrafı bir anda parçalanır; ufukta babaları görünür, güneş aniden ürperir. On dördüncü yılda cennetteki çocukluğun ömrü tükenivermiştir. Geri kalan her bir gün, Celie’nin azap güncesinde dile gelir:
Sevgili Tanrım, on dört yaşındayım. Hep iyi bir kız oldum. Belki bana bir işaret gönderebilirsin. Başıma gelenleri anlamama yardım et. Bir gün babam yanıma gelip “Annenin yapmadığını sen yapacaksın,” dedi…
Hayatında tanıdığı ilk erkek, çocukluğuyla beraber Celie’nin tüm kadınlığını da tek hamlede ve onulmaksızın elinden almıştır. Yalnızca bir kadının deneyimleyebileceği annelik duygusunu Celie’nin ufacık bedeninden çekip çıkarmıştır. Soyut temellerde insan, cinsiyet ayrımı olmaksızın aynı temel hak ve özgürlüklerin muhatabıyken biyolojik olarak doğurganlık, bir kadını erkekten ayıran yegâne özelliktir. Bunun bir sonucu olarak gelen annelik de kadının, kendi bedenini en yoğun şekilde hissettiği deneyimdir; oysa Celie, anneliğe adım attığı gün hem kadınlığını yitirir hem de iki yavrusunu, Adam ve Olivia’yı. Bu çok özel ve mucizevi duyguyu, yani anneliği yaşaması için ona yalnızca mecburi bir dokuz ay biçilmiştir. Bebekleri bedeninden ayrıldığı an, şefkatle sardığı kollarından zorla koparılarak hayatından da derhal uzaklaştırılır. Üstelik bu insanlık dışı muamelenin faili, tanıdığı ilk erkek olan babasıdır; gözünü bile kırpmadan, soğukları donduracak bir katılıkta.
Sevgili Tanrım, küçük kızımı gördüm. Biliyorum, oydu. Tıpkı bana ve babama benziyordu….Gözleri tıpkı benim gözlerim, her şeye benim baktığım gibi bakıyor.
Yalnızca bir seferde bedenine sahip olunmuş, çocukluğuna son verilmiş, anneliği yarım bırakılmış, bebekleri ellerinin arasından alınmıştır Celie’nin. Peki, kimliğine dair geriye ne kalmıştır? İnsanlığı, belki, diyecek oluyoruz; ancak ikinci çocuğu Olivia’yı dünyaya getirmesinin hemen ardından babası, Celie’yi, aslında Nettie’ye talip olarak gelen Albert adında bir adamla evlendirir. Ve bu evlilikte Celie, insanlığını da yitirir. Albert, evine getirdiği ilk günden itibaren Celie’yi durmadan aşağılar, azarlar ve ona her türlü şiddeti uygulamaktan geri durmaz. Karı koca ilişkisi, aile duygusu bir kenara, Celie, sadece varlığıyla bile tüm gün evin sınırları içinde dolanan bir suçtur adeta. Aldığı her nefes, kendini “istenmeyen” bir varlık olarak hissetmesi için yeni bir sebeptir. Her şeye rağmen, günün birinde kardeşi Nettie’nin çıkıp gelmesiyle Celie bir nebze olsun teselli bulur. Babalarının kötü muamelelerine daha fazla tahammül edemeyen Nettie, biricik dayanağı olan ablasının yanına sığınmıştır. Ancak bu mutluluk da uzun soluklu değildir. Nettie, ona sahip olmaya çalışan Albert’a karşı koyunca kendini bir anda ve acımasızca kapı önünde bulur. İki kardeş, bir kez daha hayatlarındaki egemen erkek güç tarafından birbirlerinden koparılmıştır.
Sevgili Tanrım, Harpo, Sofia adında bir kıza âşık oldu. Ve kızın karnı burnunda! Efendi, kızı görmek istedi. Yolda gelirlerken gördüm onları. Savaşa gider gibi yürüyorlardı.
Ve yaraların artık çaresizce kabuk bağlamaya başladığı bir anda Sofia gelir! Albert’in, eski eşinden olan oğlu Harpo, bu alabildiğine güçlü, bir o kadar da inatçı, tuttuğunu koparan, yutan, hayret içinde bırakan genç kadına gönlünü kaptırmıştır. Onu eve, babasıyla tanıştırıp evlenmek üzere ondan izin almak için getirir. Tıpkı Celie’nin gözlemlediği gibi, Sofia’nın güçlü ve inatçı kişiliğinden doğan bir havayla adeta bir savaş eşliğinde eve gelen çift, Albert tarafından kabul görmez. Ancak Sofia, çoktan vermiş olduğu bir karar hususunda Albert’ın hükmüne kulak asacak biri değildir. Nitekim bir sonraki sahnede çift, kilisede evlilik yeminini eder ve böylece Sofia, baskın kişiliğini herkese sergilemiş olur. Ne var ki evliliklerinin henüz başlarında bu baskın kişilik, Harpo’nun egemenlik sınırlarını iyice zorlayınca Harpo, çaresizlik içinde Sofia’yla nasıl başa çıkacağını Celie’ye danışır. Aldığı cevap, ideolojinin, erkek egemen toplumda yine erkeğin oluşturduğu, sözde “geleneksel” kabullerin ve dayatılıp maruz bırakılan muamelelerin kadın tarafından nasıl içselleştirildiğinin, yürek burkan bir göstergesidir. Korkulu, çekingen, titrek bir sesle dile getirdiği sözcükler, Celie’ye bile irkiltici gelir: “Döv onu.”
Ve Sofia Harpo’yu dövdü. Sonra Harpo, Sofia’yı. Ve Sofia Harpo’yu daha fazla dövdü. Bu dövüşmeler arasında çocuklar doğuyordu. Sonunda Sofia, artık bir gün dayanamadı.
Nihayet savaş sona erer. Sofia’nın evi terk etmesi, erkeğin aldığı ilk yenilgi olur. Fakat bu, gerçekten bir yenilgi midir, bakalım. Harpo ve Albert bu durumu kabullenedursun, karşımıza yeni bir güçlü kadın karakter örneği çıkar: şefkatli cazibesiyle etrafındaki herkesi etkisi altına alan güzel, zarif ve neşeli Shug. Tavernalarda şarkı söyleyerek geçimini sağlayan Shug, kasabadaki diğer pek çok erkek gibi Albert’ın da hayallerini süsleyen kadındır. Sofia, azmi ve kararlılığıyla gücünü ortaya koyarken daha çok fiziksel özellikleriyle öne çıkan bu karakter, erkeğin zaaflarından yararlanarak onunkinden daha zayıf ve hassas olan bedeniyle kadının, erkek gücünü nasıl kolayca kontrol altına alabildiğinin temsilidir. Shug’un hâl ve tavırlarına baktığımızda edindiğimiz izlenim, kurgunun da bizi yönlendirdiği biçimde gelişir: Shug, bedeninin farkındadır; Celie’nin aksine, bedenine sahip olunmamış, görünürde bizzat kendisi, bedenine sahip olmuştur. Ne var ki yüzeydeki bu durumun altında, aslında tam tersi bir güç dengesi yer almaktadır. Shug’un, egemen erkek gücüne karşı böyle bir meziyetle direnmesi, yani bedenin karşı bir güç unsuru olarak kullanılması, onun içsel, potansiyel ve doğal bir güç olmadığının, erkek bakış açısı nedeniyle ortaya çıkarılan mecburi bir silah olduğunun göstergesidir. Yani kadın, erkeğin onu algılayış biçimine göre şekil alıp yine erkek tarafından metalaştırılan bedenini, erkeğe karşı bir güç olarak kullanmak zorunda bırakılmıştır. Shug, kadınlığını kendisi için değil, erkek için, erkeğe direnmek ve onu kullanabilmek için yaşatır. Bu anlamda Shug’un bedenine de ideoloji ve toplumsal normlar –bir bakıma yine erkek- tarafından sahip olunmuştur.
“(Sofia) Hayatım boyunca savaşmak zorunda kaldım. Babamla, amcalarımla savaştım. Erkek kardeşimle savaştım…. Kendi evimde savaşmak zorunda kalacağım aklıma gelmemişti ama.”
Bu noktada Sofia’ya dönecek olursak, onun da benzer şekilde erkeğe karşı insanî bir uzlaşmayla değil, bu kez onun konuştuğu dille, şiddet ve yüksek sesle mücadele verdiğine dikkat edelim. Burada da iletişim kanalının belirleyicisi yine egemen erkek gücüdür. Erkeğin yarattığı bu dünyada kadının dili, kadının sözcüğü geçerli değildir; savaşlar bile yalnızca erkeğin kurguladığı dilde ve yöntemlerle gerçekleşir. Kazanabilmek için, öncelikle erkeğin öngördüğü biçimin gücünü kabul etmek gerekir. Bu durumda da son sözü kimin söylediğinin bir önemi kalmaz, çünkü baştan sona her söz, zaten erkeğin dilinde söylenmiştir. Bir savaşta üstünlüğün elde edilebilmesi için karşı tarafın silahına muhtaç ve mecbur olunduktan sonra kazanılan zafer, ne kadar sahicidir?
Shug’un gelmesiyle birlikte bir anda değişen yalnızca Albert değil, aynı zamanda ona içten içe gizli bir hayranlık beslemeye başlayan Celie’dir. Baş başa kaldıkları bir vakitte Shug, Celie’ye en güzel elbiselerinden parlak ve kırmızı bir tanesini verir. Celie’yi giydirir, boyar, süsler. Hazırlık aşamasından sonra ayna karşısına geçen Celie, hayatında ilk defa kadınlığının yüzüyle tanışır. Gördüğü, tamamen kendine ait bir beden, içinde yalnızca kendi yansıması olan iri, kahverengi gözler ve daha önce tadını hiç bilmediği, gizli bir tür heyecandır. Shug, Celie’ye şefkatle dokunur; elini onun yüzünde, omuzlarında dolaştırır, adeta Celie’nin varlığını okşar. Ve hiç ummadığı bir anda, dudaklarına bir öpücük kondurur. Celie ilkin çekinir, ürperir, ne yapacağını bilemez. Ama sonra yüzünde bir gülümsemenin kıvılcımı çakar; gittikçe büyür, büyür, sıcaklığında kadınlığının tüm çilesini eritecek kadar kocaman olur. Ardından Celie de Shug’a bir öpücük verir. Bu, ömrü boyunca kadınlığını gerçek anlamda bir başkasıyla paylaştığı, kadın olduğunu hissettiği ilk andır Celie’nin. Bu deneyimi bir erkeğin vücuduyla tanıştığı gün yahut anneliğe adım attığı vakit yaşaması gerekirken Celie, bir bakıma ilk defa kadın olarak doğmuştur. Üstelik bunu ona hissettiren de yine bir kadındır. Bu noktada, her şey zıddıyla var olur düşüncesiyle durumu tekrar ele aldığımızda insanın, bir cinsle olan farkını duyumsadıkça karşı cinsi bir kimlik olarak benimseme eğilimi göstermesini bekleriz. Yani erkek, kendinde farklı olan unsurlarla –maddi ve manevi- kadına bütünleyici, kuşatıcı bir yaklaşım sergilediğinde karşısındaki kişi, kadın olduğunu hisseder. Keza kadın da erkekte bulunmayan meziyetlerini, onu tamamlamak için kullandığında erkek, cinsiyetini en yoğun hâliyle deneyimleyecektir. Ancak unutmamak gerekir ki biyolojik temellerden ileri gelen bu doğal kutuplaşma, ideolojik cinsiyetçi ayrımlardan çok daha farklı, “pozitif kutuplaşma” diyebileceğimiz bir konumdadır. Oysa Celie’nin durumunda anlatılan, bizi bir paradoksa götürür: Kadın, yine bir kadının eliyle cinsiyetinin ayrımına varmıştır. Zıddıyla değil, hemcinsiyle var olmuştur. Kendi ifadeleriyle onu bu dünyada seven tek kişi de yalnızca biricik kız kardeşidir. Ve Celie, ilk doğumunu da aslında Shug’la beraber kadınlığını baştan yaratarak gerçekleştirmiştir. İşte böylesi geniş bir pencereden baktığımızda Walker’ın bizi getirdiği nokta, kelimenin tam anlamıyla nefes kesicidir: Kadın, kendi başına kadınlığı doğurmuştur.
“Siyahsın, fakirsin, çirkinsin, yalnızca bir kadınsın. Hiçbir şeysin!”
Tüm bunların üzerine Celie’nin arkasından Albert’in sarf ettiği bu sözler, havada kaybolup silinir. “Siyahım, fakirim, çirkinim”, der Celie, “ama işte buradayım!” Bunlar Albert’a son sözleri olur ve Shug’un arabasına atlayıp parmağındaki yüzüğün, boğazına düğümlediği esaret zincirini kırarak Albert’ın evindeki yaşantısını tamamen geride bırakır. Oldu olası bir suç olarak benimsetilen varlığı, şimdi mucizevi bir kimlikle yeniden dünyaya gelmiş, her şey olmuştur. Ona biçilen tüm sıfatlardan ari, yalnızca bir kadındır artık.
Olayların kendisinden bir adım uzaklaşıp odağımızı kurgunun biçimsel özelliklerine çevirdiğimizde, karakterlerin yanı sıra bu noktaya kadar işlenen temaların, suç, istismar, şiddet, ırkçılık gibi konuların, mümkün olduğunca en uç örnekleriyle verildiğini görürüz. Her şeyden önce başkarakterler siyahidir. Filmin sonlarına doğru beyazların onlara karşı verdiği tepki, gündelik yaşantılarında siyahlarla karşılaştıkları zaman aniden gözlerine yansıyan korku, aralarında ortaya çıkan efendi- hizmetçi ilişkisi, bu siyah tenleri daha da koyulaştırır. Ayrıca kadın-erkek arasındaki güç dengesi de yine en uç örneklerle kurulmuştur; erkek alabildiğine ezen, eziyet eden, kadın da bir o kadar sessiz kalan, kabullenen, razı olandır. Ayrılıklar mümkün olduğunca en uzak mesafelerde, en uzun sürelerle gerçekleşir. Üstelik sıradan ilişkilere sahip olan karakterler/şeyler arasında değildir; anne-çocuk, kardeş ilişkisinde olduğu gibi canın bir parçasının koptuğu, oldukça trajik ve çarpıcı durumlar üzerinden anlatılır. Bu özellikleriyle film, sosyal ve politik sınırların uçlarında kurulmuş, ikilikler üzerine inşa edilmiştir. Kullanılan örneklerin böylesi zıt kutuplar oluşturması, altlarında verilmek istenen mesajın ve izleyici üzerinde bırakılmak istenen etkinin çarpıcılığını artırmada en sık başvurulan yöntemlerdendir. Nitekim The Color Purple da şüphesiz, bu amacın başarıya ulaştığı yapımlardan biridir.
Sona geldiğimizde Celie, ayrıldıkları günden bu yana Nettie’nin umutla, sevgiyle, heyecanla kaleme aldığı ve Albert’in yıllar yılı ondan sakladığı mektuplarını bulur. Biricik kız kardeşi hayattadır; tıpkı koparıldıkları gün söz verdiği gibi, onları ancak ölüm ayırabilir. Böylece geri kalan ömrünü, kız kardeşine ulaşmaya çalışmakla geçirir Celie. Sabırlı bir bekleyişin ardından yıllar sonra çabaları sonuç verir ve kardeşiyle mektup yoluyla yeniden iletişim kurmayı başarır. Nihayet bir gün, evinin önünde bir araba durur, canından çok sevdiği Nettie’si gelmiş, beraberinde insanlığını, karşılıksız sevgisini ve anneliğini de getirmiştir, Adam’ı ve Olivia’yı. İki kardeşin kavuşma ânı, yıllar önce tepedeki unutulmaz fotoğraflarını yeniden yaşatır. Cennettedirler. Bir rüzgâr eser, elbiseleri uçuşur; eski günlerdeki gibi ellerini birbirlerine vururken şarkıları, gün batımında kızaran, kadın olmanın rengine boyanmış mor çiçeklerin arasına karışır: Ne okyanus ne deniz/ kız kardeşimi benden ayırabilir.