Sükût (2016), Kar Kirazı (2017), Tahtakurusu (2018) kısalarınızla sinema dünyasına başarılı bir adım attığınızı görüyoruz. Özellikle Tahtakurusu festivallerden beş ödülle dönen bir yapım. Karganın Uykusu filmine gelene kadar ortalama her yıl bir kısa metrajınız yayımlanmış. Bu beş yıllık ara organik bir şekilde mi oluştu, yoksa uzun metraja geçme aşamasında planlanan bir dinlenme süreci miydi?
Tunahan Kurt: Daha önce çekmiş olduğumuz Sükût, Kar Kirazı ve Tahtakurusu filmleri aslında bizim uzun metraja geçmek için kendi içimizde yapmış olduğumuz, yani bilinçli olarak sinemayı tanıma; sinema üretiminde ne kadar iyiyiz bunu anlama ve kendimizi geliştirme çabasıydı. Uzun aralar var, çünkü bir kısa filme de en az bir uzun metraj kadar hazırlanmak gerekiyor. Senaryo yazım aşaması, çekim aşaması bir çok organik türü bir araya getirmeniz gerekiyor. Tahtakurusu ile ne yapabileceğimizi görmüştük. Artık zamanının geldiğine inanıyorduk. Yani bazı şeyleri olgunlaştırdığımıza inanıyorduk. O yüzden uzun metrajı yapmak için bir bekleme sürecine girdik. Yazım aşaması, hikâye bulma aşaması, tabii ki o filmi hayata geçirebilmek için en önemli şeylerden biri. Sonrasında maddi olanakların sağlanması, yani bir yapımcının devreye girmesi gerekiyor, bu bekleme süreci yaklaşık bir dört yılımızı aldı. Daha sonra Karganın Uykusunu gerçekleştirebildik.
Siz kısa filmleri seven ve destekleyen bir yönetmensiniz. Günümüzde hâlen ne yazık ki kısa metraj hak ettiği değere ulaşabilmiş değil. Bazı kesimlerce uzun metraja geçişte bir basamak olarak görülüyor. Neredeyse çoğu seyirci kısa filmlere şans tanımıyor bile. Tam da bu durumla ilgili bir sözünüz var “Festivallerde yönetmenleri uzun ve kısa olarak ayırmanın ırkçılıktan farkı yok.” diye. Size bu cümleyi kurduran ne oldu, gerçekten uzun ve kısa metraj arasında bu kadar açık bir fark var mı?
Tunahan Kurt: Kısa film yönetmenlerine bazı festivaller “yönetmen” olarak title vermiyor. Kendinizi tanıtırken “kısa film yönetmeniyim” gibi bir cümle kurmanız gerekiyor. Bu ister istemez bizim ülkemizde kodlarımıza işlenmiş bir durum. Direkt yönetmenim diyemiyor da kısa film yönetmeniyim diyor. Bu Avrupa’da böyle değil. Yönetmenseniz -uzun kısa hiç farketmez-yönetmensinizdir. Bir filmin süresi yönetmen “title”ını uzun ve kısa olarak ayırmayı gerektiren bir durum değil gibi geliyor bana. Bu cümleyi o nedenle kurmuştum. Çünkü şöyle bir durum da yaşanıyor, bazı festivaller kısa film ve uzun metraj film yönetmenlerinin olanaklarını bazen ayırıyorlar. Yönetmen yönetmendir. Kısa, uzun benim için hiç fark etmez. Hatta bir hikâyeyi ne kadar kısa anlatabiliyorsanız benim için o kadar iyi bir yönetmensinizdir.
Tunahan Kurt ismini araştırdığımızda özgeçmişinizi oldukça tatminkâr buluyoruz. Birbirinden farklı sektör deneyimleriniz olmuş. Hatta sinema ile pek ilgisi olmayan bir meslekten gelmişsiniz. Yolculuğunuz yönetmenlikle nasıl kesişti, sinema çocukluk hayaliniz ya da gizli bir sığınak mıydı?
Tunahan Kurt: Aslında şöyle, ben sinemaya herkes gibi yazarak başladım. Ortaokul yıllarında yazmış olduğum kompozisyonlarla hikâye üretmeyle başladım. İnsan yavaş yavaş kendini keşfediyor sanırım. Türkçe öğretmenim yazmış olduğum kompozisyonları değerli buluyordu ve benimle ilgileniyordu. Adı Fevziye idi, soyadını hatırlayamıyorum. Daha sonra ergenlikle beraber şiir yazmaya, kendimce hikâyeler üretmeye başladım. Hatta o zamanlar bir kitap yaratmaya dair çalışmıştım, çünkü okuduğunuz kitaplardan da etkileniyorsunuz. Bu süreç aslında çocukluktan beri “ben direkt yönetmen olacağım” diye gelişmedi ama insan bir arayışın içine giriyor. Özellikle yazım sürecinin içindeyseniz bir arayışa giriyorsunuz. Şiire yönelebiliyorsunuz; romana yönelebiliyorsunuz, hikâyeciliğe yönelebiliyorsunuz. Bu yönelim içerisinde ben de kendime bir süre sonra hikâyeyi sadece yazmak olarak değil de bir de bunu çekmek istiyorum, göstermek istiyorum dedim. Bu tarafa doğru evrilmeye başladım. Birçok kez denedim, yanıldım, olmadı. Yapamayacağımızı düşündük. Tekrar denedik, tekrar yenildik. Ama Nuri Cihan Özdoğan’la karşılaşmamızla beraber kendimdeki eksik yönleri tamamlayan birisini bulmuş oldum. Yani sorularıma cevap verecek, eksik kaldığım zaman beni tamamlayabilecek birisiyle karşılaşmak beni tamamen yönetmenlik alanına doğru sürükledi. Eğer karşılaşmasaydık muhtemelen ben yine denemiş, yanılmış ve pes etmiş olacaktım. O yüzden o zamanlama benim için çok iyiydi. Hayatımdaki en keskin virajlardan bir tanesi Nuri Cihan Özdoğan’la tanışmaktı. Onun sayesinde tekrar sinema yapabileceğimi anladım. Kısa filmlerden uzun metraja geldik.
Filmin aslında çok katmanlı bir yapısı var. Sadece Nasip’in hikâyesi değil bu, neredeyse tüm insanlığın hikâyesi diyebileceğimiz ortak deneyimler var, hatta ortak acılar; mülteciler, baskı gören kadınlar, çocuklar. Bazı olgular coğrafyadan bağımsız evrensel bir probleme dönüşüyor. Ben genelde yan karakterleri ana karakterlerden daha çok seven biriyimdir. Hikâyenin merkezinde değiller; ancak tüm gelişmeleri bir anda değiştirebilecek güce de sahipler. Onların karakterlerini analiz etmek bana daha çekici geliyor. Keza filminizde de birbirini geliştiren, besleyen birden fazla karakter var aslında. Üstelik belli açılardan da ana karakter kadar etkililer. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tunahan Kurt: Aslında bu görüşünüz benim çok hoşuma gitti. Çünkü benim sinema dünyamda, yani ben genelde anlatacağım hikâyede tek bir odağın üstüne gitmeyi seviyorum. Ama gerçekçi sinema yapmaya çalıştığımız için, hayatımızda da şöyledir: bir yolculuğa çıktığınızda A noktasından B noktasına doğru ilerlerken bu süreç içinde bazen kırmızı ışıkta birisini görürsünüz. Ve onun üç saniyelik bir anına tanık olursunuz. O an için belki çok bir anlam ifade etmese de yolun sonuna geldiğinizde bir şekilde sizin iç dünyanıza ya da sizin oradaki yolculuğunuza hizmet etmeye başlayan bir duruma dönüşebilir. Bu nedenle benim filmim içerisindeki yan karakterler bizim hikâyemize bir yerde hizmet eden karakterler. Ama tabii ki anlatmak istediğimiz konuyu da çok dağıtmadan; hikâyeye hizmet edecek ölçüde, ajitasyondan sıyrılarak, insanlara “bakın, biz size bir şey anlatıyoruz” cümlesinden özellikle sakınarak, tamamen gerçekçilik içerisinde anlatmış olduğumuz hikâyeler. Mültecilik hikâyesinde bunu görebilirsiniz. Asla ajitasyona kaçmadık. Yani tabii ki savaştan kaçan insanlar olduğu gibi savaştan kaçmayan, yeni bir dünya kurmak isteyen insanlar da vardı bunların içerisinde ve olabildiğince bu konuları objektif yansıtmaya çalıştık. Filmin içerisinde görmüş olduğunuz küçük bir pavyon sahnesi var. Buradaki hikâyelerde karakterleri çok odağa almadan ama seyirciyi de besleyecek şekilde vermeye çalıştık. Bunlar bizim yola çıktığımızda heybemizde bulunan şeylerdir. Kimisi ekmeğimiz, kimisi suyumuz, kimisi peynirimiz. Ama hepsi de anlatmak istediğimiz hikâyeye hizmet eden şeyler.
Nasip’in eğlenmeye gelen misafirleri belki evli ve çocuk sahibi insanlar. Belki o eve gelebilmek için başka tercihler yapıyorlar. Bu gördüklerimiz kurgudan ibaret değiller, böyle karakterler gerçekten var. Hayatımızı eğer bizim yakınımız değilse fazla etkilemezler ama yine de hoşlandığımız karakterler değillerdir. Nasip ise aslında kendince etik yargıları olan biri sayılabilir. Onun gibi bir karakter nasıl evini bu tarz insanlara açan birine dönüştü?
Tunahan Kurt: Yani aslında şu an konuşacağım şey filmden bağımsız olarak söylemek istediğim bir şey. Hepimiz hayatta bir takım motivasyonları olan insanlarız ve hepimizin kendince ahlak kuralları var. Yalnız ben hepimizin günahkâr olduğunu düşünüyorum. Bazı günahlar gün yüzüne çıkar, bazıları çıkmaz. Bazı günahlar gün yüzüne çıktığı zaman insanlık olarak onu hemen eleştirebilir, bu konuda onu yargılayabiliriz ama aynı günah belki bizde de vardır. Bizim günahımız daha dışarı çıkmadığı için biz bunun üzerini örteriz. Nasip, karakterli bir insan. Elbette ki bu tip olgulardan uzak, böyle bir durumu destekleyen bir karakter değil ama Nasip’in hayattaki motivasyonu oğluna iyi bir gelecek sağlayıp daha sonra da ondan uzaklaşmak. Daha doğrusu ölüme giden bir yolda oğluna bir aile arayışı içerisinde. Şimdi sizin eğer motivasyonunuz güçlüyse hayatınızda yapmayacağınız şeyleri yapabilirsiniz. Yani şöyle düşünün, bir polis memuru olarak söylüyorum, eğer benim çocuğum açsa ben süt çalabilirim. Hâlbuki ben normalde ahlaki olarak hırsızlığa karşı mücadele etmesi gereken biriyim. Ama çocuğum açsa, evet ben o sütü çalabilirim. Buradaki durum da aslında bu. Nasip’in tabii ki kendi karakteri var, kendi olguları ve kendi içinde uyması gereken ahlak kuralları var ama orda bakılması gereken bir çocuk ve o çocuk için biriktirilmesi gereken bir para da var. O yüzden Nasip bunu yapabilir. Nasip, bence ne kadar kurmaca bir karakter olsa da gerçek hayattan tamamıyla beslenen bir karakter.
Gelen kadınlardan birine sanki “Burada ne işin var, neden bu işi yapıyorsun?” gibi üzüldüğünü bile hissettim. Yanılıyor muyum?
Tunahan Kurt: Aslında çok doğru bir yerdesiniz. Nasip, Süreyya isimli karaktere üzülüyordu. Bu karakterle ilgili hikâyenin içinde kesmiş olduğumuz bir diyaloğu da vardı. Kurgu aşamasında “Bunu acaba seyirciye çok mu ima ettik?” diyerek kesmek istedik. Bazen cümlelerden daha etkili olan şey bakışlardır. Daha çok şey anlatır, o yüzden biz bu cümleleri çıkardık ve Nasip’in bakışlarıyla sen buranın insanı değilsin duygusunu vermeye çalıştık. Ve film içerisinde de hatta Süreyya da şöyle bir cümle kullanıyordu, o da onun böyle bir adam olmadığını düşünüyordu ve “Şehir kravatlı pezevenk dolu zaten” diyerek onun bu dünyaya ait olmadığını söylemeye çalışıyordu. Nasip, tamamen mimiklerle ifadelerle duyguyu verirken Süreyya da minik bir cümleyle veriyordu. Böylece ikisinin birbirlerinin hayatındaki durumlarını sorgulatmaya çalıştık.
Filmi izlerken insan hakları kavramını kendi içimde çok irdeledim ve özellikle bir sahne için size buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum. İsmail, küçük bir çocuk olmasına rağmen her şeyden önce genç bir birey ve leğende yıkandığı sahnede mahremiyete özen göstermeniz beni çok mutlu etti. Günümüzde yeni yeni görünürlük sağlayan Safeguarding aslında bir noktadan konumuzla bu noktada bağdaşıyor. Bireylerin sağlığını, refahını ve insan haklarını korumaya yönelik yeni bir terim ama oldukça önemli ve hassas. Film bağlamında ele aldığımızda belki sözünü ettiğim sahne çok küçük bir detay; ancak eminim ki insan hakları aktivistlerinin oldukça dikkatini çekip beğenilmiştir. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tunahan Kurt: Benim için şöyle bir durum var, biz ne kadar kurmaca bir dünya kurmuş olsak da bir kişinin mahremiyeti bir filmden çok daha önemli. Çocuk da olabilir, yetişkin de olabilir. Hiç fark etmez. Çocukluk mahremiyeti zaten çok hassas bir konu. Ama burada şöyle bir durum var, yani ben bir Anadolu çocuğu olarak hatırlıyorum, annelerimiz bizi küçükken iç çamaşırımızla yıkatırdı. Aslında bunu bize öğretiyorlardı, bilmeden veya bilerek iç çamaşırımızla yıkanmamız gerektiğini öğretiyorlardı. Biz zaten hiçbir zaman İsmail’i çıplak göstermek istemedik. Çünkü bu, şu an devam eden bir film. Belki bir, belki iki yıl devam eden bir süreç olacak. Daha sonra internet arşivine geçecek ve bu film tüm karakterlerin bir hayat boyu sayfalarında kalacak, ulaşılmasını sağlayacak. İsmail ileride büyüyecek, yetişkin olacak. Belki bu sahneden rahatsızlık duyabilir, belki düşünceleri değişebilir. Belki sinema yapmaktan vazgeçebilir. Bunları öngörerek bu hassasiyeti gösterdik. Filmden çok daha önemli olan şeyler var, bu da İsmail’in mahremiyetidir bizim için.
-Çok dikkatimi çekmişti gerçekten, nasılsa çocuktur bir şey olmaz diyerek çekilmiş, Yeşilçam’da gördüğümüz sahneler olmuştu. Bu hassasiyeti göstermeniz çok hoşuma gitti.
Nasip erkek olduğu için yas tutmasının uzamsal olarak bir süre sınırı da var. Erkek adam uzun süre yas tutamaz, yeni bir eşe ihtiyacı ihtiyaç duyar, çocuğuna bakamaz gibi toksik kültürel kodlar da mevcut. Siz neler söylemek istersiniz?
Tunahan Kurt: Evet bu bizim kültürümüzde var. Erkek adam yemek yapamaz; çocuk bakamaz, ev temizleyemez. Sanırım bizim kodlarımıza işlenmiş gibi duruyor ama gelişen ve globalleşen dünyada zaten bunların olmaması gerekiyor. Bunu tamamen filmden bağımsız olarak söylüyorum ama filmin içerisinde de Nasip karakteri oğluna bir şeyler öğretmeye çalışan biri. Yemek yapmayı öğrettiğine göre biliyor, ona çamaşır yıkamasını gösteriyor. Bunu bildiği için öğretebiliyor. Aslında hiç görmediğimiz evlilik hayatında da ev işlerini eşiyle birlikte yapan bir karakterdi belki. Bunların hepsi Nasip’te mevcuttu ve gitmeden önce, yani oğluna bir aile bulmadan önce ona bazı şeyleri öğretmek, onu yavaş yavaş hayata hazırlamak istiyordu. Yemek yapabilsin, çamaşırlarını yıkayabilsin, zorluklar karşısında nasıl mücadele etmesi gerektiğini bilsin istiyordu.
Nasip tüm buhranına rağmen çocuğunun yanında kalmayı başarmış bence gerçekten iyi olmak için mücadele eden bir baba. Uyurgezerlik hâlinde çocuğunu korumak için aldığı önlemler bile aslında çok önemli detaylar. Kırsal yerlerde psikolojik rahatsızlıklar genelde metafizik varlıklarla açıklanmaya çalışılır. Nasip de öncesinden hoca hoca gezmiş bir karakter sanırım. Halkı tanımak, hareketlerini tahmin edebilmek, bir film izlerken bilindik hislerle karşılaşmak seyirciyi o yapıma ait hissettiriyor. Bu kadar bizden doneler verirken çekinceleriniz oldu mu?
Tunahan Kurt: Yani, aslında filmi gerçekçi bir yapıda çekmek istediğimiz için hikâye ne kadar kurmaca olsa da biz zaten olabildiğince halktan ve yaşadıklarımızdan beslendik. Filmin içerisinde Nasip’in ablasıyla konuşmasında küçük bir kısım var “Gezmedik doktor, hoca mı kaldı sanki?” diyor. Yani evet, Nasip yurt dışında yetişmiş, daha sonra Türkiye’ye dönmüş bir karakter. Bilime inanıyor ama hani insan çaresiz kalınca her şeyi dener ya, o da hiç inanmadığı bir hocanın yanına gidip ondan bir umut bekliyor. Karakterimiz burada her şeyi denediğini söylüyor. Hatta ablası “Bir hoca vardı, iyi geldi demiştin” diyerek onu tekrar bu tarafa çekmeye çalışıyor. Ama Nasip artık bunların herhangi bir çözüm üretmediğinin farkında, bu hastalığı aşamayacağının da farkında. Belki hastalığı aşabilecek motivasyonu da var ama Nasip’in en başta kimseye söyleyemediği bir vicdan azabı da var. Karısını uykusunda öldürmüş ve buna intihar süsü vererek bir şekilde etrafı susturmuş; ancak filmin içerisinde küçük diyaloglarda da geçiyor. Köy halkı buna çok inanmıyor, karısının namazlı, abdestli bir kadın olduğunu, intihar edecek biri olmadığını söylüyorlar ama Nasip o durumlardan cevap vermeyerek kaçmaya çalışıyor. Eğer bu vicdan azabını yenebilseydi filmin sonunda canına kıymayacaktı. Tabii canına kıyıp kıymadığını çok net cevaplamadık ama yani hikâyenin bir yerinde karganın ötmesi metaforunu verdik. Nasip bunu aşamadı, belki aşsaydı başka bir yola girecekti ama Nasip bu vicdan azabını aşamadı, aşamayacağını biliyordu. Düzeleceğine dair bir inancı da yoktu. Hacıdır, hocadır; doktordur, muskacıdır ne varsa denedi ama olmadı hikâyemizde.
Mülteci, sığınmacı, göçmen. Literatürümüzde üçünün farkı ne yazık ki pek bilinmiyor. Karganın Uykusu yine çok hassas toplumsal konulardan birine değiniyor ve bana bu konular çok riskli geliyor açıkcası. Şu an içinde bulunduğumuz şartlar hareketlerimizi ve söylemlerimizi titizlikle defalarca kontrol etmemizi gerektiriyor. Filmin bu bağlamda bir de mülteci sorunu var. Mültecilere uygulanan kötü muameleler var. Tüm bunların özgürce sergilenmesi sinemamız adına umut verici; ancak bireysel olarak görüşlerinizi merak ediyorum. Bu kadar şeffaf olmaya nasıl karar verdiniz?
Tunahan Kurt: Gerçeklikten kopmamak istiyorduk. Kurmaca içerisinde gerçekçi bir dünya kurmak istiyorduk. Bu dünyanın içerisinde mültecilerin nelerle karşılaşabildiklerini hem ben mesleki olarak biliyordum hem de biz bu konuda filmin içerisinde mülteci arkadaşlarla çalışıyorduk. Onlardan hikâyeleri, durumları öğrendik. Ama bu durumu da abartmamak, ajitasyona kaçmamak gerekiyordu. Evet yaşanılan durum içerisinde kötü muameleler görüyorlar, şiddete uğruyorlar. Biz sadece bunlara odaklanmadık. Onlara sahip çıkanlar, iyi davrananlar da vardı. Nasip onlar için yemekler yapıyordu, onlara kötü davranmıyordu, çayın nerede olduğunu söylüyordu. Yani hayatın içerisinde olan şeyler bunlar. Bazı insanlar bazı durumlarda sert tepkiler verirken, bazıları da daha nazik tavırlar sergiler. Bunlar birbirinden çok ayrılan şeyler değil. Biz elimizden geldiğince bu gerçekçiliği korumaya çalıştık ama bunu asla bir ajitasyonla veya pembe bir dünya içerisinde sunmamaya çalıştık. Olabildiğine realist aktarmak istedik.
Ve o mülteci karakterlerden biri de Leyla. Çok etkileyici bir sözü var “Herkes savaştan mı kaçıyor sanıyorsun. Kocasından kaçan var, erkek kardeşinden kaçan var.” Aslında ataerkil dünyada eril kodların yanlış okunması savaşla eş değer bence de. Toksik erillik dediğimiz şey tam olarak bu diye düşünüyorum. Leyla kültürlü, zeki bir kadın. Özgürlük mücadelesi veriyor ve bence bu mücadele savaşların en büyüklerinden biri sayılabilir. Leyla çok önemli bir karakter aslında, olmasaydı önemli bir parça eksik kalırdı ama yazmasaydınız da asla bilemezdik. Leyla hikâyeye nasıl dahil oldu?
Tunahan Kurt: Hikâyeye şöyle başlıyorsunuz; evet gitmek istediğiniz bir yer var, anlatmak istediğiniz bir karakteriniz var, bu karakterin bir yolculuğu var. Bu yolculuk aşamasında birtakım yardımcı ögelerin olması gerekiyor. Benim anlatmak istediğim, ben nedense karaktere hizmet edebilecek en iyi karakterin onların dünyasının dışında bir karakter olmasını istiyordum. Çünkü Nasip’in zaten böyle sorgusal problemleri vardı, hikâyenin en başlarında görüldüğü gibi lüks bir araçla gelen şehirli kadına çocuğunu vermekten çekiniyordu. Çünkü Nasip, belli bir süre köyde kalmış ve kendince bir önyargı oluşturmuştu. Daha sonra yine çocuğunu vermeye çalıştığı aile eski bir devlet memuruydu ama onları da yaşlı buluyordu. Yani İsmail’in gerçekten bir aile bağı oluşturamayacağını düşünüyordu. Bu dünyalardan tamamen bağımsız, İsmail ile anne-oğul veya arkadaşlık ilişkisi kurabilecek, onun yüzünü güldürebilecek birilerini arıyordu. Bu kurmaca hikâyeye en uygun durumun tüm bu olaylardan bağımsız olarak orayı transit için kullanan yabancı bir kadının olması gerektiğini düşündüm. Bu şekilde dahil oldu Leyla. Tabii ki bu mülteci kadının burada olması, sadece kurmacada eklenmesi gereken doğru bir tuş değil. Şu an dünyada yaşanan bir mülteci krizi var. Biz bu krize kendi hikâyemizden kopmadan, konuyu dağıtmadan en yumuşak şekilde nasıl izleriz, bunun üzerine çalışmamız gerekiyordu. Leyla’nın kurmuş olduğu o cümle de şunun sonucu; aslında bizim hem diğer mülteci arkadaşlarla yaptığımız konuşmalardan hem mesleki olarak tanık olduğum konuşamalardan çıkardığımız şey şu; evet bazı insanlar gerçekten savaştan kaçtı, ama bazı insanlar da gerçekten kendi özgürlüğü için kaçtı. Bireysel özgürlüğünün peşine düştü. Aile baskısı olabilir, mahalle baskısı olabilir, yani her şey olabilir. Daha önce bu özgürlüğün kazanılabileceği bir ortam bulamıyordu ama bir savaş içerisinde kendi özgür hayatı için o kanalı seçti Leyla. Bence bu doğru bir şey, evet savaştan da kaçan var, ama kocasından kaçan da var, erkek kardeşinden kaçan da var, daha iyi bir hayat için kaçan var, bir insan eğer kaçmak istiyorsa sanırım kendince güçlü nedenleri vardır.
Genelde oyuncular hakkında konuşmayı pek tercih etmem; ancak Ahmet Aggün’ün oyunculuğu su götürmez bir biçimde başarılı ve bir o kadar da doğal. Ahmet ile yollarınız nasıl kesişti, hayalinizde tasarladığınız Nasip karakteri ile ne kadar örtüşüyor?
Tunahan Kurt: Aslında Nasip karakteri direkt Ahmet Ağğün üzerine yazılmış bir karakter. Bu her oyuncuya nasip olur mu bilmiyorum. Genelde hikâyeciler önce bir karakter yazar, tasarlar ve karaktere uygun oyuncu aramaya başlar. Ama Ahmet’le daha önceden, gerçekleştiremediğimiz başka bir projeden gelen tanışıklığımız vardı. Bizim o tanışmamız sonrasında samimi bir de arkadaşlığımız gelişti. Birbirimizi çok iyi tanımaya başladık. Aynı tepkileri verebiliyorduk, aynı hikâyeler bizi aynı düzeyde etkiliyordu. Duygularımızın, düşüncelerimizin paralellik göstermeye başladığını farkettik. Ve Ben yeni hikâye yazarken, hikâyeyi tamamen Ahmet’in üzerine yazdım. Yani bu hikâyeyi Ahmet’ten başkası oynayamayacaktı. Bu nedenle karakterin gelişiminde hep Ahmet vardı, hikâyenin ilk taslağı bittiğinde Ahmet’e göndererek “Bak bu sensin, senden başkası oynayamaz bunu, sen ne diyorsun?” dedim. Devamını bence Ahmet söylesin, ben çünkü onunla çalışmayı kafasına koymuş bir yönetmendim.
Ahmet Ağğün: Benim üzerime yazılmış bir karakter ama bana kalırsa ben değilim. Evet, benim için yazılmış ama benim hikâyem değil. Yanlış anlaşılmasın. (Gülüyor)
Tunahan Kurt: (Gülüyor) Onu şöyle düzelteyim: Bu karakterin Ahmet’in üzerine yazılmasının nedeni, onun bunu oynayabilecek güçte ve duyguda olmasıydı. Ahmet’e ait bir hikâye değil, ama kurmaca olan bu hikâyeyi en iyi oynayacak kişi Ahmet’ti. Bir başkasının oynaması karakteri, hikâyeyi ve yolculuğu benim gözümde çok değiştirebilirdi. Bu yüzden kesinlikle Ahmet’in olmasını istedim.
Yollarınız nasıl kesişti?
Ahmet Ağğün: Sosyal medya hesabımı yeni açmıştım, Londra’daydım o zaman. Hesabımda çok az takipçim vardı, bir iki sayfaya yazdığım yorumlar vesilesiyle Tuna beni görmüş, bir kaç gün sonra yine hesabıma girdiğimde Tuna’dan bir mesaj geldiğini gördüm. Hatta diğer kutusuna geliyormuş mesaj, o yüzden geç gördüm. Tuna görüşmek istediğini söyledi, bir projesinin olduğundan bahsetti. Sonra irtibata geçtik. Önce ilk proje için birkaç audition istedi. Sonra aramızda bir arkadaşlık gelişti ve Karganın Uykusu çıktı ortaya.
Peki Nasip karakterini sizden de dinleyebilir miyiz? Sizce nasıl biri Nasip?
Ahmet Ağğün: Nasip, aslında açık ve net. Ölüm fikrini, intihar fikrini filmin başından sonuna kadar kafasında her daim taşıyan bir karakter. Ne yaparsa yapsın, mutluluğunda bile intiharı düşünecek kadar koyu bir ruh hâli içerisinde. Karamsar bir karakter, aşırı karamsar, ama biraz da mutlu. İçinde hâlâ eşine duyduğu sevgi var, onu özlüyor. Giderken aslında biraz da onun yanına gidiyor gibi.
Tunahan Kurt: Ahmet aynı zamanda şair, çok güzel şiirleri var. O ruhu çok iyi yansıtabiliyor yani, o duyguyu o dramayı almışsınızdır hikâyenin içerisinde. Bir bakışı veya bir bakmayışı bir çok şeyi ifade edebiliyor. Ahmet’le çalışmanın güzel yanlarından biri bu. Onu eğer tanıyorsanız ne zaman bakmadığında dahi bakmış ifadesinden daha güçlü bir duygu verebiliyor, bunu anlayabiliyorsunuz. Ben bu konuda çok şanslı bir yönetmenim.
Nasrin, sen neler söylemek istersin? Karakterler ile ilgili?
Nasrin Yari: Nasip karakterinin yolu ne kadar belliyse, Leyla’nınki de o kadar belirsizdi. Nasip filmin başından beri kafasına koymuştu, ölüme gidecekti. Ama Leyla nereye gideceğini bilmiyordu. O evde kalmayı tercih etti.
Leyla çok önemli bir karakter. Kültürlü zeki bir kadın. Özgürlük mücadelesi veriyor. Müzik dinleyen, dans etmeyi seven alıştığımız kodlardaki mülteci kadınlardan daha farklı. Senin bu hikâyedeki motivasyonun neydi? Nerede duruyorsun?
Nasrin Yari: Leyla kendi mutluluğu ve özgürlüğü için mücadele veren, onun peşinden giden bir karakter. Leyla’nın özgür ruhlu olması benim için en önemli motivasyondu.
İrem: Çok güzel bir karakterdi Leyla, çok sevdik, bağdaşım kurduk. Değişik tarzdaki özgür ruhlu kadınları ben çok beğeniyorum.
Nasrin Yari: Ben de Leyla’yı çok severek oynadım. İyi ki Tunahan böyle bir karakter yaratıp bana emanet etmiş.
Tunahan Kurt: Şunu ekleyeyim ben de, ben şunu sevmiyorum; böyle bazı durumlarda mülteciler çok ajite ediliyor ya, ama mülteciler içerisinde çok heyecanlı, hayata sıkı sıkı tutunan güçlü insanlar var.
Hilal: Mutluluk da içten gelen bir şey aslında
Tunahan Kurt: Evet, hayatın içinde de böyle. Bir gün bir cenazeye katılıyoruz, ama ertesi gün eğlenebiliyoruz. Hayat böyledir. Çok fazla ajite edilen anlatım bana gerçekçi gelmiyor. Her şeyi olduğu gibi bilmeliyiz. Mutlu olduğunu da bilmeliyiz, üzüntüsünü de bilmeliyiz; ağladığını da görmeliyiz, güldüğünü de bilmeliyiz. Hatta bazen bazı insanlar yaşadığı o zor durumların üstesinden gelmek için daha çok gülerler. Daha çok enerji sarfederler, oradan kaçarlar. Çünkü onları hayatta tutan şey budur. Leyla karakteri de böyle. Oynamayı, dans etmeyi seviyor. Yeri geldiğinde sesini çıkarmasını biliyor, ezilmiyor, kendisini aşağıda görmüyor. Güçlü bir karakter ve ben güçlü kadın karakterler yazmayı seviyorum.
Filmin ismi de birçok anlamı içinde barındırıyor. Alt metinlerle dolu bir tercih olmuş. Karga mitolojiden dini kaynaklara kadar sıklıkla karşımıza çıkan bilge bir hayvan. Rivayete göre ölen ilk insanın bedenini gömmek için rehberlik yaptığı söylenir. Kâbil’e cenaze gömmeyi öğretir. Başka bir hikâyede de beklenmeyen ölümlerde ölen kişinin ruhu kargaya aktarılır ve yarım bıraktığı işi reenkarnasyon yoluyla tamamlar. Karganın Uykusu içinde ölümü anan gerçeklik algısı yüksek bir film. Nasip’in sessizliğini, tedirginliğini ölüme olan düşkünlüğünü bu noktada kargaya benzetebilir miyiz?
Tunahan Kurt: Karga mitolojide, sinema tarihinde birçok filmde kullanılmıştır. Karga o karakterle özdeşleşir ve karakterin yolculuğuna rehberlik eder. Mitolojide ölümü çağrıştırır. Bizim hikâyemizde karakterin gideceği yol belliydi. O yüzden kargayı burada tamamen ölüme giden Nasip karakteriyle eşleştirdik. Film içerisinde de şöyle bir şey yaptık, hikâye şehirden uzak bir köy yerinde geçiyordu. Bir çok farklı kuş sesini duydunuz aslıda, ama duymadığınız tek bir ses vardı o da karga sesiydi. Ta ki karakterimizin çıkacağı yolculuğa kadar. Nasip o mültecileri taşıyan otobüse binmeden önce bir karga sesi duydunuz. Bu bizim karakterimizin yolculuğunu tamamlayan bir durumdu. Metafor buydu. Uyku ölümün yarısıdır derler. Karga ve uykuyu birleştirdiğimiz zaman aslında ölüme giden bir uykuydu hikâye. Bu sebeple ismi böyle seçtik.
Karganın Uykusu Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde gösterimini gerçekleştirdi. Seyircinin ilgisi muhteşemdi. Hem gösterim öncesi hem gösterim sonrası yoğun bir ilgi vardı. Siz seyircilerin reaksiyonundan memnun musunuz, nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Tunahan Kurt: Bir yönetmen için bence en güzel şey kendi filminde oturacak yer bulamamaktır. Film ekibi için ayrılmış koltukların biz gelmeden dolduğunu gördüğümüz zaman, salondaki merdivenlerin o koltuklardan çok daha değerli olduğunu anladık. Bir yönetmen eğer kendi filminde oturacak yer bulamıyorsa bu yönetmenin en büyük mutluluklarından biridir. Bu filmde bunu yaşadık. Filmi birçok kez izlemiş birisi olarak ben en çok seyircilerin reaksiyonunu merak ediyordum. Acaba sıkılacaklar mı, acaba hikâye geçecek mi, salondan çıkacak kişiler olacak mı? Olacak bu ya, tam da bunları düşünürken önümdeki üç kişi salondan çıktı. “Ya sanırım olmadı yakalayamadık”, “ama tabii ki herkesi yakalayamazsınız” diye düşünürken çıkan üç kişiden ikisi geri geldi. O bir kişi dönmedi, bilmiyorum ama sanırım bir telefon geldi, veya acil bir şey oldu, belki de sevmedi, olabilir. (Gülüyor) Ama genel olarak filmin salon kapasitesinin üstünden bir seyirciyle olmasına rağmen, havalandırmanın dahi eksik kalabildiği bir ortamda sabırla izlenmesi, üç kez yükselen alkış sesi beni çok mutlu etti. Benim için çok duygusal bir andı. Söyleşi kısmında da salonun hâlâ dolu olması bir yönetmen için çok güzel bir andı. Bu duygunun sanırım öyle net bir cümlesi yok, aktaramıyorum o yüzden. Burada sessiz kalmam duygularımı daha iyi anlatacaktır. Film sonrasında da Uluslararası Altın Koza’ya katılan diğer film ekipleri ayrıca yanımıza gelerek bizleri tek tek tebrik etti. Bu bizi çok mutlu etti. Çok çok mutluyuz gerçekten.
Karganın Uykusu sanırım festival yolculuğuna devam edecektir. Sonraki adresleri belli mi?
Tunahan Kurt: Üzgün olduğumuz bir durum var, onu anlatayım biraz. Karganın uykusu filmi ile Cannes film festivalinin “Directors’ Fortnight” ve “Eleştirmenler Haftası”na katıldık. Shortlist’e seçildik. Aslında süreci daha doğru yönetebilseydik belki de filmi Cannes’da açabiliyorduk ama olmadı. Daha sonrasında prömiyer filmin doğduğu topraklarda gerçekleşti. Bu bizim için çok önemli, Adana’da açmak büyük bir onur. Adanalı bir yönetmen olarak kendi memleketimde prömiyer yapmak büyük mutluluk. Festival yolculuğu devam ediyor, ulusal ve uluslararası alanda başvurularımızı tamamladık. Yaklaşık bir 5-6 ay daha festival gezdikten sonra sinemalarla buluşacağız. Dijital platformlardan da ilgilenenler var.
Bizim sorularımız bu kadar, eklemek istedikleriniz var mı?
Tunahan Kurt: Çok teşekkür ederim bu röportajı bizimle yaptığınız için, sorularınız çok ince çok düşünülmüş sorulardı.
Biz teşekkür ederiz 🙂