“Kimlik, Müzik ve Arzunun Portreleri” temsil benzerliğinden yola çıkarak müziğin anlatıyla yön verdiği filmleri listelemektedir. Konu müzik olunca, performans sahneleri sadece karakter kurulumu değil, filmin yapısı ve anlatısı açısından da önemli bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla, listedeki portrelerin her biri bir performans sahnesi üzerinden değerlendirilecektir.
Ancak belirtilmeli ki her filmde incelenen -çoğunlukla ana- karakterin performans sahnesi bulunsa da seçilen bazı sahnelerde performans başkaları tarafından sergilenmektedir. Zaman zaman bu da karakter ve temsil açısından belki de kendi performansına nazaran çok daha fazla şey söylemektedir.
Tár (Yön. Todd Field, 2022)
Cate Blanchett’ın Lydia Tár isimli bir kondüktörü canlandırdığı Tár (2022) filmini izledikten sonra klasik müzik veya oda müziği gibi popüler kültürden ayrılan bir sahnede kadın temsilinde benzerlik olduğu fikrine kapıldım.
Berlin Filarmoni Orkestrası’nın ilk kadın kondüktörü Lydia Tár, Mahler’in 5. Senfonisi’ni kaydetmektedir. Juilliard’da verdiği dersler ve Berlin’deki provalar sırasında kariyerini sarsacak bir skandal ile mücadele ederken, Lydia’nın yolculuğu Asya’ya kadar uzanır. Lydia, filmin başından beri uzun monologlarla patriarkal sistemi sınar gibi gözükse de sık sık konuşmalarının içeriğinde ve davranışlarında sistemin kendisini diskur yaratan kişi konumuna getirerek yeniden kurmaktadır.
Juilliard’da verdiği bir ders sırasında Lydia, Max isimli bir öğrencisine onu etkileyen besteci ve seçtiği parça üzerine şu yorumu yapar: “(…) Akort yapan bir yaylı grubunu yönetir gibi.” Max hâlâ kürsüdeyken, Lydia’nın tavrı belirsizdir. Hem alaycı hem neşeli. Mesafeli bir tavrı olsa da konuşmalarının içeriğinde öğrencisinin kişisel sınırlarını aşar. Max kürsüden iner, Lydia amfideki öğrencilere arkasını; orkestraya ve seyirciye (bize) ise önünü döner. Yönetmek üzerine konuşurken ve neyi yönetmenin önemini vurgularken Lydia sahnede uzaktadır ve küçüktür, ancak yaklaşır. Ardından Lydia’nın arkasından Max’e yukarıdan bakan bir kamera açısı ve onu takiben öğrencilerin bakış açısını belirleyen bir kamera açısı benimsenmiştir. Lydia arkasını döndüğü veya diğer karakterlerden bariz bir şekilde küçük gözüktüğü açılara rağmen bir kondüktör ve bir öğretmen olarak söz söyleyen, değerlendiren, soru yöneltendir.
The Audition (Yön. Ina Weisse, 2019)
Anna Bronsky, konservatuvarda keman dersleri vermektedir. Seçmelerden birinde diğer jürilerin aksine yetenekli olduğunu düşündüğü bir öğrenciyi ikinci seçmelere hazırlamaya başlar. Anna, kendi oğlu da dahil olmak üzere, öğrencilerini gözetir; ancak bu gözetimin getirmesi beklenen onay ve ilgi müziğin dışına nadiren çıkar. Bu da oğlu ile öğrencisi arasında bir gerilime yol açar.
Seçmelere on gün kala, öğrencisi Alexander seçtiği parçayı çalmaktadır. Anna bir türlü beğenmez; onu durdurur, ritim tutturur. Alexander itiraz etmeden defalarca aynı bölümü çalar. Anna odadan çıkar, sonra geri gelir. Pencerenin ağırlığını Alexander’ın sağ omzuna kemeri ile bağlar. Alexander panik olur ve yayı Anna’ya doğru savurup kaçar. Bu sahne film için çok kritiktir, çünkü Anna Alexander ile olan özdeşimini bir nevi açığa çıkarmıştır. İlaçlar ve tedavilerle engelleyemediği bir titreme sorunu sebebiyle uzun süre sonra ilk defa sahne alan Anna ve başarabileceğine inandığı, dolayısıyla diğer jürilere “kanıtlamak zorunda olduğu”, sağ omzunu çalarken çok yukarı kaldıran Alexander yüksek beklentiler ile kişisel güvensizlikler arasına sıkışmışlardır.
Anna, takıntıya varırcasına Alexander’ı seçmelere hazırlarken hırslı ve donuk bir müzik öğretmeni değildir. Alexander’ın provasına/performansına müdahalesi bu noktada onun kendisini öğrencisine yansıttığını açığa çıkarmaktadır. Yeterlilik kadar yetersizliğin de gözler önüne serildiği performansta, kendine veya bir başkasına inanmak kendi kararlarının doğruluğunu ve/veya geçerliliğini kanıtlama savaşı hâlini alır.
The Piano Teacher (Yön. Michael Haneke, 2001)
Viyana konservatuvarında piyano öğretmeni olan Erika Kohut, sekiz saatlik dersleri takip eden özel dersler ve fazla müdahil annesi ile kaldıkları apartman arasında monoton bir hayat sürmektedir. Hayatının bir kısmında beşli bara sıkışıp kalmış, diğer yarısında ise annesinin kendisini boğucu ve sınırlayıcı tavrı altında ezilmiştir. Kibirli, donuk ve hiçbir duygu emaresi göstermeyen Erika, pornografik video dükkânlarının özel odalarında voyöristik arzularını tatmin eder. Özel bir resitalde Walter Klemmer isimli genç bir adamla tanışır. Erika başta Klemmer’a karşı kayıtsızdır. Ancak konservatuvara katılıp öğrencisi olan bu adamla sonradan bir ilişki yaşar. The Piano Teacher (2001), romantik janr kodlarını istismar eden bir yapıya sahiptir. Romantizmden öte, fantezi ve performansın birlikteliği, klasik müzik ile donuk (ancak yoğun) seksüel girişimler eşliğinde işlenmiştir.
Erika, konservatuardaki iş arkadaşlarıyla birlikte Schubert Piano Trio E Flat Major çalar. Sahne ses köprüsü ile bir sonrakine bağlanır. Erika alışveriş merkezinde yürür, tıpkı bir mizansen gibi rolünü oynarmışçasına veya işini yaparmışçasına video dükkânına gider. Önceki sahnedeki iş arkadaşları da alışveriş merkezindeki insanlar da sanki onu görmezler ama piyanosunun sesini duyarlar veya ancak ona çarptıklarında var olduğunun bilincine varırlar. Erika özel odalardan birine girer ve BDSM pornosu izler, kendinden önceki kişilerin bırakmış olduğu mendilleri koklar. Kendi performansıyla başlayıp, voyöristik bir izleme deneyimiyle devam eden sekans, öğrencilerinin performansı ile son bulur.
Autumn Sonata (Yön. Ingmar Bergman, 1978)
Yedi yıllık bir ayrılığın ardından Eva, konser piyanisti annesi Charlotte’u birkaç gün kalmak üzere evine davet eder. Charlotte’un kapı eşiğinde belirmesiyle, Eva’nın yıllar içinde annesine karşı duyduğu hayal kırıklığı ve öfkeyi sarmalayarak daha da derine gömen yoğun ve kibar misafirperverlik çatlamaya başlar. Yıllar içinde biriktirdiği duyguları; kişiliğini kapattığı odaları annesi ile ziyaret ettiğinde açığa çıkar.
“Hassas ve duyarlı olana saldırdın.”
Yemek öncesinde Charlotte’un ve kocasının ısrarıyla Eva, bir süredir çalıştığı Chopin prelütlerinden birini çalar. Eva bitirdiğinde, Charlotte, Eva çalarken gözleri dolmasına rağmen yorumunu eleştirir ve Chopin’in dokunaklı ancak aşırı duygusal olmadığını vurgular. Hatta kendisinin de uzun süre aynı prelüt üzerinde çalıştığını ve parçanın çirkin ve erkeksi bir tavırla çalınması gerektiğini söyler. Charlotte’un ağzından çıkan her söz kızı ile aralarındaki uçurumu daha da görünür kılar. Charlotte’un performansı sözlerini destekler ve Eva’nın yorumundan üstün olduğu da aşikârdır. Lawrence Kramer’ın Musics, Metaphor and Metaphysics’te dediği gibi, Charlotte yanlış bir yerden doğruyu yakalamıştır ve performansı da bunu destekler niteliktedir. [1] Öte yandan Eva’nın performansı müzikal açıdan da sözlü açıdan da yeterli değildir. Ta ki incelenen sahnenin öncelediği yüzleşme sahnesine dek…
The Double Life of Veronique (Yön. Krzysztof Kieślowski, 1991)
The Double Life of Veronique (1991) ile liste değişime uğramakta ve müzik sadece konuya değil yapısal anlatıya entegre edilmektedir. Film, seyirciyi gerçekçi bir düzlemde değil, adeta spiritüel bir düzlemde etkilemektedir. Aynı müzik gibi.
Polonya’da ve Fransa’da birbirine tıpatıp benzeyen iki çocuk aynı anda doğar. İkisinin de ismi Veronique’tir. Polonyalı Veronique, şan dersleri almaktadır. Gençliğini yaşamakta ve teyzesini Krakow’daki ziyareti sırasında iyi bir fırsat elde ederek kilisede sahneye çıkar.
Veronique sahneye çıktığı ve ilahiyi söylediği anda sesi kilisede bir melek gibi yankılanır. Sinemanın en özel anlarından biri olarak gördüğüm bu sahnede, Veronique kalp krizi geçirerek ölür ve şarkıyı tamamlayamaz. Film Fransız Veronique ile devam eder, ancak hayattayken garip bir birliktelik hisseden “Veronique”, Doppelganger’ı (biyolojik olarak bağlantısı olmadan insanın kendisine tıpatıp benzeyen görüntüsü) gömüldüğünde yalnız hisseder. Filmdeki kukla gösterisi (benim için) sinema tarihinin en özel ve duygu yüklü sahnelerinden biridir. Metamorfoz konusunu işleyen soyut bir anlatı, gösteri içinde gösteri, filme kusursuzca eşlik eder.
Three Colors: Blue (Yön. Krzysztof Kieślowski, 1993)
Kieślowski’nin renk üçlemesinin ilk filmi olan Blue (1993), müzik ve anlatının birlikteliği açısından çok güçlü bir film. “Music in Krzysztof Kieślowski’s Film Three Colors: Blue. A Rhapsody in Shades of Blue: The Reflections of a Musician” makalesinde Irena Paulus’a göre, Kieślowski filmin senaryosunu yazdığı sırada Zbignew Preisner da film müziğini bestelemiş. [2] Yani çekimlerden önce sadece senaryo değil film müziği de çoktan hazırmış. Bunun nedeni ise The Double Life of Veronique (1991) filminden sonra Kieślowski’nin müziği anlatıya daha da entegre etmek istemesiymiş.
Julie, eşini ve kızını trajik bir trafik kazasında kaybeder. Avrupa Birliği için bir konçerto besteleyen Patrice, öldükten sonra besteyi tamamlaması için Julie ile iletişime geçer. Ancak Julie, her şeyden uzaklaşarak özgür olmak istemektedir. Filmdeki müzik kullanımı Julie’nin bastırmaya, unutmaya çalıştığı anılarını yansıtırken; Julie, yas sürecinde duyduğu asılsız bir suçluluk duygusu ile kazanamayacağı bir özgürlüğe doğru ilerlemektedir.
“Neden ağlıyorsunuz?”
“Çünkü siz ağlamıyorsunuz.”
Julie, masanın üzerindeki notlara bakar ve o baktıkça müzik çalmaya başlar. Julie, müziği hayal eder veya belki de hatırlar. Böylece karakterin algısal öznelliğinin film içerisinde altı çizilir. Notaları bırakır, aşağı iner ve piyanonun yanında durur. Julie piyanoya uzunca bakar fakat çalmaz. Seyirci olarak Julie’nin ruhsal öznelliğine dahiliyetimizi düşünürsek, aslında piyano zaten çalmaktadır.
Phoenix (Yön. Christian Petzold, 2014)
Anka Kuşu, farklı din ve coğrafyalarda anlatısını sürdüren küllerinden doğan mitolojik bir kuştur. Filme ismini veren bu kuş -Phoenix- aynı zamanda da filmin karakterlerinin ortak noktası olan bir gece kulübünün ismidir. Hitchcock’un Vertigo (1958), filmini andıran yeniden doğma teması filme hâkimdir.
Nelly, Holokost’tan sağ çıksa da tüm yüzü deforme hâldedir. Özel bir klinikte geçirdiği ameliyatlar sonrası kimliğini yeniden inşa etme yolunda eşini aramak için eski buluşma yerlerine gider. Eşi Nelly’nin öldüğünü düşünmekte ve hatta hayatta olabilecek ihtimalleri de inkâr etmektedir. Nelly eşinin onu tanımasını bekler ancak eşi onun kendisine çok benzemesi sebebiyle kendisini taklit ederek mirasını paylaşmak için yanına taşınmasını ister.
Filmin en başında Kurt Weill’in bestelediği Speak Low şarkısının melodisi çalar. Film boyunca tekrarlayan bu şarkı, filmin sonuyla gecikmiş bir buluşmayı ve ertelenmiş bir vedayı somut kılar. Son sahnede Johannes, Nelly’yi arkadaşlarına takdim eder. Diğer kimliği ile başladığı “Speak Low” ile Nelly, küllerini Helipolis’e taşır. Kendisi olarak herkesin önünde yeniden doğar.
Kaynakça
[1] Kramer, L. (2004). Music, Metaphor and Metaphysics. The Musical Times, 145(1888), 5-18.
[2] Paulus, I., & McMaster, G. (1999). Music in Krzysztof Kieślowski’s Film “Three Colors: Blue”. A Rhapsody in Shades of Blue: The Reflections of a Musician. International Review of the Aesthetics and Sociology of Music, 30(1), 65-91.