Ekibimizden Kutay Ucun ve Can Bediroğlu, yönetmen Umut Beşkırma ile birçok festivalde yer alıp dikkatleri üzerine çeken kısa filmi “Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok.” ekseninde Türkiye’deki kısa film dünyası, uzun metraj-kısa metraj arasındaki ilişki, umudun varlığı ve kısacası sinema üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi.
Sevgili Umut Beşkırma, çektiğin kısa film Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok. hakkında kapsamlı bir biçimde konuşmak istiyoruz. Ama öncelikle seni tanıyalım. Çünkü yönetmen tarafına gelmeden önce oyunculuk da yapmış birisin. Bize biraz kendinden bahseder misin?
1985 doğumluyum. Mimar Sinan Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden mezun oldum. Mezun olduktan sonra yaklaşık bir yıl kadar tiyatro yaptım. 2008’de Raşit Çelikezer’in çektiği Gökten Üç Elma Düştü filminde yer aldım. İlk oynadığım filmdi bu. O süreçten sonra normal piyasa şartları cereyan etti ve televizyonda kısa süreli birkaç projede rollerim oldu. Ardından da Nihan ile tanıştım.
Nihan Belgin ile nasıl tanıştınız, daha sonra aranızdaki ortaklık nasıl ilerledi?
Nihan, Erdal Eren’in hikâyesini anlattığı bir film çekecekti beni de audition’a çağırdı. O projede beraber çalıştık, ben Erdal Eren’i oynadım. Ondan sonra birlikte çalışmaya başladık. Çünkü bir kısa film setinde yer aldığım için yapabilecek birçok şey vardı ve ben sürekli kendimi setin arka tarafına sızmış bir hâlde buluyordum. Neticede güzel bir iş çıkardık, film bir hayli festivalde yer aldı. Ardından, Nihan ile Yarım Kalan Mucize (2012) diye bir film yaptık. Biket İlhan yönetmenliğini, Nihan yapımcılığını, ben de uygulayıcı yapımcılığını ve yönetmen yardımcılığını yaptım. Ayrıca başrollerinden birinde oynadım. O projeyi bitirdikten sonra benim iyice kanıma girdi sinema ve film yapmak. Oyunculuğa ara verişim de bu yüzden oldu.
Yani kamera arkası daha çok ilgini çekti diyebiliriz?
Sonuçta oyuncu olarak hep hikâyelere ve yönetmenlere bağlısın, Türkiye’deki birçok oyuncu gibi sürekli bir bekleme halindesin. Tabii ki oyunculuk okudum, bu işi seviyorum. Ancak, kamera arkasına geçince bağlarımı koparttım oyunculukla –ta ki son bir yıla kadar.- Yarım Kalan Mucize’den sonra kafamda bir uzun metraj hikâyesi vardı, onu yazmaya başladım ve bir yıl kadar çalıştıktan sonra bu senaryoyu bitirdim. Yani yüz kırk sayfalık uzun metraj bir senaryom oldu. O zor bir işti, senaryoyu bitirdim, koydum ama üzerinde biraz daha çalışmam gerektiğini biliyordum. Bahsettiğim senaryo, ilerde yapacağım bir proje ve ben de bu esnada kısa film mi yapsam diye düşünmeye başladım. Çünkü kafamda hikâyeler, hayaller, görüntüler dolanıp duruyordu ve bir şeyler çekmek istiyordum.
Peki, Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok.’ un hikâyesi nasıl çıktı ortaya?
Ben zaten her zaman karanlık hikâyeleri seviyorum. Umudu hep karanlığın içinde görüyorum. Filmin ismi: Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok. Aslında bir bakıma bunu çağrıştırıyor. Filmin hikâyesinin çıkış noktası ise aklıma bir sahnenin gelmesiyle oldu. Adli tıbba teşhis için gitmekte olan bir gencin olduğu bir sahneydi bu ve daha sonrasında bu filmin açılışı hâline geldi. Bu görüntüden sonra dedim ki: “İnsanın, sevdiği biri için her gün adli tıbba gidip tanımadığı cesetlere bakması hayatla ilgili o kadar korkunç bir durum ki…” Evet, bu bizim başımıza gelmedi ama birileri bunu yaşıyor. Bu hafta birileri bunu yaşadı, yani dünyanın herhangi bir yerinde. Fark ettim ki buradan yola çıkmalıyım. Oldum olası sert olgular ilgimi çekmiştir. Ölüm, tecavüz, intihar, kayıp vakaları hani bunlar çok fazla bizim özümüze inmemizi sağlayan şeyler. İnsanoğlunun sınırlarını zorlayan, içindeki karanlık dehlizleri ortaya çıkaran şeyler. Bir de şunu fark ettim, belirsizliği seviyorum, tıpkı hayat gibi.
Filmin ismi oldukça ilgi çekici, bir şekilde seyirciyi merak ettiriyor. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi (2011) filminde de buna benzer bir durum yaşamıştık. İnsanı yakalayan, kuvvetli bir ismi var filmin, nereden geldi aklına?
Bu söz, Beckett’in bir oyununda geçiyor. Samuel Beckett okul yıllarımdan beridir okuduğum bir yazardı. Ama ismin aklıma gelmesi yazarın bir eserini okurken olmadı. Facebook’ta haber kaynağında geziyordum ve bir tane Beckett fotoğrafı ile bu sözü gördüm. Bu sırada ben de senaryoyu yarılamıştım fakat filme henüz bir isim koymamıştım. Görür görmez dedim ki işte filmin ismi bu.
Karanlık hikâyeler anlatmayı ve seyirciye umudu arattırmayı sevdiğini söyledin. Bu umudu aratma halinin hikâyeyi kuran açısından külfetli olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan neler seni harekete geçirdi seyirciye umudu aratmak için?
İnsan nasıl filmlerden hoşlanıyorsa, sinema ile ilgili bir şey yapmak istediği zaman da, hâliyle o tarzlara yöneliyor. Görüntüler o şekilde geliyor. Mesela bu filmde hissettirmek istediğim insanların yalnız olmadıkları. Misyonum demek istemiyorum, o ağır bir kelime. Ama istiyorum ki bu filmi yaptığım zaman, birileri izlediği zaman gerçekten bu gezegende, bu evrende yalnız olmadığını hissetsin ve benzer hikâyeler yaşayan insanların olduğunu, özellikle bazıları için hayatın ne kadar da zor olduğunu anımsasın. Çünkü sonuçta bu hayatta katıksız mutluluk diye bir şey yok. O yüzden mutluluğun peşinde koşarken mutsuzluğun ve acının bizi sık sık esir alacağı gerçeğinin bilincinde olmalıyız. Buna göre yaşamalı, mutluluğa erişemediğimiz noktada yıkılmamalı ve her şeye rağmen güçlü kalabilmeyi başarabilmeliyiz. Çünkü varoluşun acıları engellenemez.
Buradan cast konusuna geçecek olursak; oyunculuklar ve oyuncu seçimlerin oldukça önemli. Kimlerle çalıştın, nasıl çalıştın?
Ahmet’i çok eskiden tanıyorum on yıl öncesinden, Semaver Kumpanya’da vakit geçirdiğim zamanlardan ve de aynı okuldan mezun olmamızdan ötürü. İpek’i ise Ramin Matin’in Kusursuzlar (2013) filminde 2013 yılında Antalya’da izledim. Hikâyeyi yazdıktan sonra İpek geldi aklıma ve yüzü o kadar iyi oturdu ki kafamda karakter için. Çünkü İpek’in çok iyi bir yüzü var ve benim tam aradığım da oydu. Böyle baktığın zaman iyi bir insan, hep bir şeylere katlanan, hep iyi olsun isteyen bir karakterdi. İpek’in yüzünde, ifadesinde onu buldum. Oyunculuk tarzında da o vardı. Cemil de şöyle oldu, aradığım hem şehirli, hem beyaz yakalı gibi hem de biraz mesafeli, böyle düzenini kurmak isteyen bir karakteri yansıtabilecek bir oyuncuydu. Cemil’i fark ettim, ortak bir tanıdığım vardı, ondan aldım numarasını ve aradım. Cemil de öyle dâhil oldu projeye. Cast gerçekten içime sindi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, uzun metrajda da aynı ekiple ve aynı oyuncularla devam etmek isterim.
Oyunculuktan gelmiş olmanın sana kamera arkasında ve rejide nasıl bir avantaj sağladığını düşünüyorsun?
Öncelikle Türkiye’de birçok işin olamamasının nedeninin yönetmenlerin çalışmaması olduğunu düşünüyorum. Mesela benim bu işim bir kısa filmdi ve bir yıl senaryosuna daha sonra da işin yönetmenliğine çalıştım. Yirmi beş dakikalık bir filmi üç günde çektik ve gerçekten zor bir hikâyeden bahsediyoruz. Basit sahnelerden ziyade ağır duygu durumlarının yoğunlukta olduğu bir film. Kime söylesem yirmi beş dakikalık filmi üç günde çektiğimizi, hâliyle şaşırıyorlar. Bunun iki nedeni var. Birincisi, bir yapımcımın olması ve onun bana sağladığı olanaklar. İkincisi de benim filme çok fazla hâkim olmam. Mesela şöyle bir çalışma tarzım var, daha mekânlar ortada yokken dekupajı yapmıştım. Kadrajın nasıl olacağı, ışığın nasıl olacağına dair de keza daha önceden çalışmamı yapmıştım. Ki Cevahir Şahin ile ortak hareket ettik görüntü yönetmeni olarak. Hepsini ona da gösterdim, ona sürekli referans olacak ışık ve kadrajlar gösterdim. Dolayısıyla sette hiçbir türlü bir soru işareti yoktu. Her şey o kadar netti ki o yüzden de üç günde bu işin altından kalkabildik. Dolayısıyla set biraz bazı şeylerin önceden halledilmiş olması gereken bir yer. Tabii şuna da açığım, sette bir şey olur, bir açı, kadraj, ışık yakalarsın, şunu da şöyle yapayım dersin onları da eklersin. Ama bunlar ekstradır tabii. O yüzden gerek yönetmenlik gerek prodüksiyon kısmının ilerleyişi konusunda genel prensibim, her daim planlı programlı olabilmek.
Senin filminin özellikle bir kısa film için ciddi bir bütçe barındırdığı görünüyor. Malum, Türkiye’de de kısa film ölü yatırım olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla bütçeyi nasıl buldun ve bu şartlarda motivasyonunu nasıl sağladın?
Sponsorluklarımız vardı ama bir bütçe de mevcuttu nihayetinde. Bu bütçeyi de Kinema Film ortaya koydu. Bu tamamen ticari kaygılarla yapılmış bir iş değil. Aslında bizim Nihan Belgin ile olan ortaklığımızın özelliği de bu. Çoğu kısa filmci, ya kendi imkânlarıyla ya da bakanlıktan aldığı çok küçük bütçelerle bir şeyler yapmaya çalışıyor. Burada herhangi bir destek yok. Bir şirket söz konusu ve şirket de neticede ticari bir yapı. Çoğu kısa filmci filmini çekmek istiyor ve her şeyini de kendisi yapıyor, bakanlıktan destek alıyor vs. gibi ilerliyor. Burada bizim Nihan’la farklı bir ortaklığımız olduğu için, Nihan benim bu hayalimi gerçekleştirmek istediği için şirket olarak bu işin içinde oldu. Bu önemli, çünkü biz bir şekilde birbirimizin hayallerini de anlamaya ve hissetmeye çalışıyoruz.
Uzun metraj ne zaman geliyor?
Nihan’ın bir uzun metrajı var önümüzde, ondan sonra hedefim 2018 kışında çekmek. Aynı hikâyenin uzunu olacak. Kafamda fazlasıyla malzeme var. Hatta kısanın bu hâli bile uzun olmuştu, malum otuz dakikadan sonra festivallere gönderemiyorum biraz kırparak son hâline getirdik.
Proje bir şekilde seyircinin es geçmemesi gereken bir proje. Umarız uzun metraj olarak da izleyeceğiz bu hikâyeyi, peki uzunda bütçe konusunu nasıl aşmayı planlıyorsun?
Tabii ki kısada bazı şeyler daha kolay oldu. Herkes doğal olarak daha destekleme havasındaydı. Uzunda ise plan şu an için Kültür Bakanlığı ve yurtdışından birtakım fonlar üzerine kurulu. Çünkü istiyorum ki uzun metraj daha uluslararası bir proje olsun. Bu süreçte o işlerin peşinde olacağız. Şu an ben hâlâ işin senaryo kısmındayım. Çünkü uzun metraj olacağı için çok farklı karakterler de giriyor. Yine bu üç ana karakter ekseninde olacak bir hikâye tabii ki, ama farklı hikâyeler de eklenecek. Tabii kısasını çekmiş olmak da benim için önemli bir avantaj olacak. Fon bulmak için projeni gönderdiğinde bu genelde kâğıt üzerinde olur. Ama bizim bu noktada elimizde daha önce yaptığımız bir kısa metrajının olması farklı yönlerden de yapım kısmında da elimizi kolaylaştıracak.
Bu noktada kısa film biraz amacından sapmış gibi olmuyor mu?
Aslında ilk olarak kısa film çekeceğim diye yola çıktım. Sonra baktım ki o kadar uzuna gidecek ve o kadar görmek istediğim bir hikâye ki şöyle dedim kendime “Ben bunu çekeyim kaba kurgusunu yapayım bir bakayım olmuş mu?” Yani şöyle düşündüm, belki de yapacağım ve hikâyeden sıkılacağım, yeni bir şey yapmam gerek, diyeceğim. Ama bunu demedim. Kaba kurguya baktığım zaman bu projenin muhtemelen devam edeceğini anladım. Bu ilk aşamasıydı, ikinci aşaması da şöyle oldu: Festivallerde gösterilmeye başlamasından itibaren oradaki insanların tepkisi, hem sektörden hem de tanımadığım insanların tepkisi, bana “Bu projeye devam et,” diyen bir güç oldu. Ama bundan sonra kısa film çekmeyeceğim, istemiyorum. Bunun yine iki nedeni var. İlk neden daha önemli. Benim filmim kısa film türünün beklediği şeyleri karşılayan bir tarzda değil. O tarz bende yok, sonuçta her yönetmenin, anlatıcının bir tarzı vardır. Keşke aklıma on dakikada anlatılacak bir şeyler gelse, ama benim aklıma gelenler genel olarak hep uzuna evirilme eğiliminde. İkincisi de Türkiye’de kısa filme yapılan muamele, gerçekten çok kırıcı. Her anlamda. Seni motive edecek bir durum söz konusu değil. Festivallere gidiyoruz, festivallerde ki genel hava “gençler, pırıl pırıl çocuklar” ya da “Uzun metraj yapamadıkları için kısa film yapmışlar,” havasında geçiyor. Kısa film çekmenin genç olmakla hiçbir ilgisi yok. Yetmiş yaşında bir yönetmen de kısa film çekebilir. Bu bir tercih meselesi.
Peki, kısa film gerçekten bir basamak mı o halde?
Bu sistem içerisinde özellikle Türkiye’de, evet bir basamak gibi görünüyor. Çünkü kısa filmciler de bunu bir basamak olarak algılamak zorunda kalıyor. Bu da dayatılıyor bir taraftan. Kısa filmci olarak mutlu olmuyorsun. Mutlu olman lazım, ama olamıyorsun. Mesela festivallere gittiğim zaman yeniden bir kısa film yapmak için motivasyonla dönmedim açıkçası. Yani kaldığın otelden bile belli oluyor, ilgilenmiyorlar, alaka değişiyor. Ödül törenlerinde bile “Hadi şu kısacılar ve belgeselciler geçsin de uzun metrajlara gelelim,” düşüncesi oluyor. Böyle olunca da tabii tür olarak gelişmesi çok zor. Kısa filmcilerin bunu bir basamak olarak görmesi de kaçınılmaz.
Peki Yeryüzündesin. Bunun Tedavisi Yok’ un festival yolcuğunu nasıl gidiyor?
Antalya’da seçkideydi. İzmir’de yarışmadaydı, Ulusal Kurmaca En İyi 2. Film ödülünü aldı. Boğaziçi’nde de finalistti. Festivallerin durumuna gelecek olursak, her şey sinema ve filmin ötesine geçip kişisel şovlar ekseninde ilerlemekte ki bu durumu fazlasıyla anlamsız buluyorum.
Türkiye’de ret aldığın oldu mu hiç festivallerden?
Sadece Antakya. (Gülüşmeler) Sağ olsunlar, hayırlısı olmuş diyelim.
Oyunculuk ve film yapmanın hayatında durduğu nokta ve bunları yapmak için gerekli olan hissiyat nedir?
Sonuçta herkes dünyaya bir şey söylemek istiyor ve yine herkesin kendini ifade etme tarzı var. Herkes demeyelim belki de yaratıcı taraf için söyleyebiliriz bunu. Baktığın zaman oyunculuk da yönetmenlik de işin yaratıcı ayaklarıdır. Elinde de böyle bir silah varken ve dünya bu kadar kötüyken ister istemez bir şeyler söylemek, üretmek istiyorsun. Bu biraz da içgüdüsel bir şey; üretmek ve ardında iz bırakmak. Sonuçta bireysel olarak düzeni, dünyayı, kötülükleri değiştiremiyoruz, çare olamıyoruz. Benim de elimdeki en büyük silah şu an için film yapmak. Birileri ile etkileşime girmek ve birilerine bir şeyler hissettirip belki onlarda bazı şeyleri değiştirebilmek film yapmak için gerekli motivasyonu da sağlıyor. Elimde sanatsal bir zevk ve arzum varken sürekli üretmeye kafa patlatıyorum. Ana fikir, bir şeyler anlatmak. İlkel kabilelerden bu yana karşımıza çıkan bir olgudur bu anlatma meselesi. İnsanın varoluşunu tamamlaması ile ilintilidir. O yüzden bir şeyler aktarmak, şu yaşıma kadar gördüğüm edindiğim duyguları içimde bırakmadan insanlara ulaştırmak ve onlarla bu duygum üzerine konuşmak istiyorum. En büyük etken aslında şu, hepimiz yalnız olmadığımızı hissetmek istiyoruz. Bir film, belgesel vesaire izlerken evet diyorsun, yalnız değilim ve bu bir güç. Hikâyeler anlatıp insanlara yeni şeyler düşündürtmek temel isteğim. Çünkü eminim ki bir kitap okuyup bir film izleyip hayatı değişen bir sürü insan var. Bu da edebiyatın ve sinemanın gücü işte.
Fil’m Hafızası hakkında ne düşünüyorsun, içeriğimizi takip ediyor musun?
Takip ediyorum. Önemli bir platform olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde en son Mehmet Ali Nuroğlu ile olan röportajı okudum örneğin Derya Alabora röportajı da keza öyle. Siteyi açtığım zaman her şey bana hitap ediyor. Çok da algılanan ve bilinen bir platform olduğunu da görüyorum çevremden de. Gerçekten belli bir kitlesi var ve bence güzel meseleler üzerine yoğunlaşıyor. Popüler filmlerden ziyade bağımsız sinemacılar için de başka bir varoluş alanı olarak görüyorum. Meselesi olan ve dünyayla ilgili bir şey söyleyen her türlü filme rastlayabiliyorsun aslında, sadece bağımsız ile de kısıtlamak istemiyorum. Sana yeni bir kapı açabilecek bir yer Fil’m Hafızası. Şu da çok güzel bir şey,; geçen sizden keşfettiğim bir film oldu. 1988 yapımı Kayıp diye bir film, on gün önce izledim. Çok da güzel bir filmdi, galiba mottonuza yani keşfetmenin keyfine uygun bir durum oldu. Seninle konuşan bir platform.
Son olarak eklemek istediğin neler vardır?
Şöyle diyebilirim: Hayatta bazen bazı şeyleri unutuyoruz, ama aslında her şeyin de farkındayız ve biliyoruz. İşte bu filmi yaparken şunu anlatmak istedim, hayat çok kısa bir sürede değişebilir. Neye yarar bunu anlatmam, belki doyumsuz egolarla hayata devam ettiğimizi, yakıp yok ettiğimizi, buna karşın hayatın elimizde olmadan bir anda değişip bambaşka bir hâle bürünebileceğini hatırlatabilirim. Eğer bunu algılarsak, egolarımızı törpüleyebilir, görece daha sakin olabiliriz.