Kıvanç Sezer ile bu hafta vizyona girecek son filmi 8×8 (2023) hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Film fikrinin doğuşundan itibaren geçen sürecin tüm ayrıntılarıyla konuşulduğu söyleşimizi keyifle okumanız dileğiyle.
Kıvanç Sezer kimdir ve sinemayla yolu nasıl kesişti?
1982 yılında Ankara’da doğdum. Üniversite yıllarında Biyoteknoloji alanında başka bir eğitim aldım ve sinema kulüpleriyle yolum orada kesişti. Başta bu yeni dünyalara açılan bir kapıydı benim için. Öğrendikçe ve kısa filmler yapmaya başladıkça, sinema benim için bir tutkuya dönüştü. Daha sonra içimde büyüdü ve sinema benim için bir mesleğe dönüştü. Şu an bu işi yapıyorum ve bu işi yaptığım için de kendimi şanslı hissediyorum.
Bu filme neden 8×8 adını verdin?
Filme, çok bir şey söylemeyen bir isim koymak istiyordum. İçinde geçen satranç öğelerinden ötürü, satranç tahtasını andıracak şekilde 8×8 ismini verdim. Aynı zamanda filmin senaryosunu her biri sekiz sahneden oluşan sekiz sekans şeklinde çektim. Yani film, sekize sekiz bir film. Filmin ismi bu şekilde ortaya çıktı.
Bu hikâyeyi anlatma fikri nasıl doğdu?
Aslında ilk fikir; tek mekânda üç kişi arasında geçen, içinde gerilim unsurlarının ve ilişkilere dair birtakım gözlemlerimin olduğu bir film yapmaktı. Diğer tarafıyla da pandemi döneminde, sürecin bende yarattığı o sıkışmışlık hissini, bazı açılardan kitlenen üretim mekanizmalarımı açmak için bu filmi yazdım. Sonrasında bir ekiple bu filmi çektik. Hikâyeler benim için şöyle oluyor: Muhtelif yerlerde aklıma gelen imgeler ya da anılar veya olaylar bir yerde birikiyor. Sonra onlar uygun bir an bulduğunda ortaya çıkıp senaryo ve filme dönüşüyor.
Filmi hem yazdın hem de yönettin. Film çok iyi bir oyuncu kadrosuna sahip. Alican Yücesoy, Halil Babür, Ece Yüksel… Filmi yazarken oyuncu kadrosu oluşmuş muydu?
Bu film, çok hızlı bir şekilde üretildi. Prodüksiyon anlamda da hedeflerimden birisi buydu. Açıkçası bağımsız sinemanın böyle bir zorluğu var. Oyuna girerken bunu kabul ediyoruz. Sete girmek çok uzun yıllar alabiliyor. Para aramak, çeşitli başvuruları yapmak, oyuncu seçimi, mekân süreçleri, mevsimler, insanın kendi hayatına dair yaşadıkları derken zaman uçup gidiyor. Bir yönetmen olarak benim film yapmaya ihtiyacım var. Bu filmde, fikir aşamasında yani sadece aklımda bir sayfalık sinopsis varken; ben bu filmi olabilecek en minimal koşullarda ve güvendiğim oyuncularla yapmak istiyorum diye düşündüm. Ve doğrudan Alican’la (Alican Yücesoy), Ece’yle (Ece Yüksel) ve Halil’le (Halil Babür) konuştum. Onlara henüz bir senaryom olmadığını ama üç kişiden oluşan ve tek mekânda geçen bir şey yapmak istediğimi anlattım. Neticede onlarla takvimsel olarak anlaştım. Daha sonra senaryoyu yazmaya başladım. Senaryoyu yazdıkça oyuncularla provalar yaptık ve provalarda çeşitli doğaçlamalarla birlikte senaryoya son şeklini verip sete geçtik. Dolayısıyla normal film üretiminin biraz dışında bir şey yapmış olduk. Bu oyuncu seçiminde de böyle oldu. Fakat önceki filmlerimde hep senaryoyu yazıp bitirip daha sonra oyuncu seçimine geçmiştim.
Film tek mekânda ve üç oyuncu ekseninde geçiyor. Mekân seçiminin filmin duygusu üzerindeki etkisi çok güçlü. Mekânı nasıl seçtin? Bu filmi farklı bir mekânda çekseydin nasıl bir yer olurdu diye hiç düşündün mü?
Mekân, filmin gerçekten önemli bir unsuru ve film tek mekânda geçtiği için de evin içi, evin çevresi, hava koşulları filmin atmosferini oluşturdu. Film bir Airbnb evinde geçiyor. Hikâye gereği deniz kenarı bir Airbnb evi buldum. Açıkçası, mekân benim için filmin o kadar önemli bir parçası ki; bunu başka nasıl bir yerde çekebilirdim gözümde canlandıramıyorum.
Bir üstteki soruyla ilişkili olarak; tek mekân ve üç kişilik bir oyuncu kadrosuyla film çekmenin avantaj ve dezavantajlarından bahseder misin?
Aslında az önce biraz değindim avantaj ve dezavantajlarına. Kısa sürede küçük bir ekiple filmi çektik ve bence bu büyük bir avantaj. Kısa sürede çekmek değil ama küçük bir ekiple çekmek bir avantajdı. Çünkü ben büyük ekipleri hantal buluyorum ve mümkün mertebe, film de izin verirse küçük ekiplerle filmlerimi çekmeye çalışıyorum. Her şey iyi planlandığı zaman bence sette çok fazla kişiye ihtiyaç yok. Özellikle İstanbul gibi trafiğin yoğun olduğu ve lokasyon değiştirmenin zor olduğu bir şehirde tek mekânda her şeyi kompakt olarak yapabildim. Filmin tek mekân olması bu açıdan çok iyi oldu. Dezavantajı da şu: Sonuçta film dediğimiz şey, mimarinin çok ön planda olduğu bir sanat dalı ve birçok şeyi kaydedebilirsiniz. Ama ben, birçok şeyi kaydetmek yerine tek mekânda ve üç kişiyi tercih ederek bir film yapıyorum. Bu da elbette sinematik açıdan bir dezavantaj ve bunu da hikâyeyle birazcık kapatmaya çalıştık. Bunu ne kadar kapatabildiğimize ise filmimizin seyircileri karar verecek.
Son filmin Küçük Şeyler (2019) ile 8×8 arasında beş yıl var. Filmlerini heyecanla bekleyen biri olarak; bu aralıkta neler yaptın merak ediyorum.
Bu beş senenin bir bölümü, herkesin hayatındaki gibi benim için de pandemiyle geçti ve bu süreç yaratıcılığımı şüphesiz etkiledi. Geçen bu sürede, sıkışmışlığımı, çeşitli projeler üreterek ve çeşitli yerlerden olumsuz cevaplar alarak geçirdim. Bunun da belki 8×8 üzerinde etkisi vardır. Çünkü bir şeyi hayata geçiriyor olmanın benim için zorlaştığı bir dönemde 8×8 yaşam buldu. Diğer taraftan da çok güzel bir dönemdi çünkü setten bir kaç ay sonra kızım dünyaya geldi. Bu beş senenin iki ya da iki buçuk yılı kızımla geçti ve bu durumdan hiç şikâyetçi değilim. Baba olmanın beni zenginleştiren ve kendimle yüzleştiren tarafları var ve bunu çok seviyorum. Ve tabii ki yazarak ve düşünerek geçti bu zaman. Aslında daha çok üretmek istiyorum. Keşke her yıl film yapabilsem. Set, kendimi çok iyi ifade edebildiğim ve çok mutlu olduğum bir ortam. Umarım daha çok film yapıp, seyircimizle daha çok buluşabilirim.
Filmin, “gitmek” ya da “kalmak” kavramlarından farklı olarak “gidememek” kavramı üzerine yoğunlaştığını hissettim. Gidememek, insanı en çok hangi duyguyla etkiler? Bu duygu karakterlerin hayatını nasıl şekillendiriyor?
Gidememek ilginç bir kavram! Bir şehirden, bir ilişkiden gidememek veya basitçe bir yerden gidememek… Bu filmde karakterler bitirilemeyen ve toksik hâle gelen bir ilişkiyi bize gösteriyor. Yani, gitmek her zaman iyi bir şey değil belki ama gidememek, bunu yapamayan insan için çoğu zaman kötü bir şey bence ve bu benim çevremde en çok konuşulan konulardan biri. Mesela bu ülkeden gitmek, yepyeni bir hayata başlamak gibi şeyler insanların belki de derin mutsuzluğuna aradığımız çare, umut olabilir. Tabii film, bunun sonrasına dair bir şey söylememekle birlikte bir ilişkideki açmazları da anlatıyor. Biraz izolasyon hâlini anlatıyor. Çünkü pandemideki ruh hâli bu filmi birebir etkiledi. O yüzden karakterlerde de böyle bir durum var. Sarp (Halil Babür), Eda (Ece Yüksel) gidemiyor ve Can (Alican Yücesoy) eve geliyor ama o da sonra gidemiyor. Sonuç olarak gidememek kavramının filme oturduğunu düşünüyorum.
Bu film, kişisel hikâyende nerede duruyor?
Bu film, bütün filmlerim gibi benden parçalar barındırıyor. Örneğin; satranç. Çocukken çok sevdiğim ve babamla oynadığım, son dört beş yıl içinde hayatıma tekrar giren bir şey satranç. Satrancın daha önce bu kadar derinlikli, hem sanat hem bilim hem de spor olarak bu kadar fazla şey barındırdığını fark etmemiştim. Bu film, benden neler taşıyor sorusuna, kişisel hikâyemde nerede durduğuna cevap vermektense şunu önemsiyorum: Orhan Pamuk, “İyi bir yazar, kendi hikâyesini başkasının hikâyesi gibi başkasının hikâyesini de kendisi gibi yazan kişidir.” diyor. Bu cümleyi önemsiyorum. O yüzden de bu, hem benim için çok kişisel hem de bambaşka insanların hikâyesini barındıran bir film.
Anlatım dilini beğendiğin, etkilendiğin yönetmenler var mıdır? Son olarak Fil’m Hafızası takipçileri için senin de çok beğendiğin film önerilerini alabilir miyiz?
Benim Dardenne Kardeşler, Asghar Farhadi, Ken Loach ve gibi köşe taşı yönetmenlerim vardır. Bana göre bu yönetmenlerin filmlerinin birçoğu çok iyi bazıları da başyapıttır. Mesela Dardenne Kardeşlerin Two Days, One Night (2014), Ken Loach’ın Ben, Daniel Blake (2016), Riff-Raff (1991) ve Land and Freedom (1995); Mike Leigh’in Sırlar ve Yalanlar (1996); Asghar Farhadi’nin Elly Hakkında (2009), A Separation (2011) isimli filmleri çağdaş sinemanın önemli örnekleridir. Son dönemde Christian Petzold’un filmlerini de hayranlıkla izliyorum. İyi bir anlatım diline sahipler. Kırılgan karakterleri çok güzel anlatıyor. Mesela Transit (2018), çok güzel bir filmdi. Aslında çok fazla sevdiğim yönetmen ve film var ama ilk aklıma gelenler bunlar.
Kıvanç Sezer’e söyleşi için teşekkür ederiz.