Dünyanın tam ortasına geçip kiremit rengi bir sıcakla döşeli topraklara çeviriyoruz yüzümüzü. Amansız güneşin kimi zaman yoksullukla, kimi zaman sömürgeyle, ardı gelmeyen savaşlarla, ırkçılık ve ayrımcılıkla kavurduğu kaderlerin yanık tenlerinde gölgeleniyoruz. Burası Latin Amerika.
Fransızcadan İspanyolcaya, Portekizce ve İngilizceye kadar çok çeşitli ezgiler, rengârenk kültür dokularının üzerine desen desen işleniyor. Çerçevenin sınırlarına Karayipler giriyor, Meksika’dan aşağılara kayarak Orta ve Güney Amerika’ya iniyor, Brezilya’nın hareketli sokaklarında soluklanıyor, Küba’da, El Salvador’da, Kolombiya’da korkuyu, tehlikeyi ve lezzeti aynı kadehte yudumluyor. Burası Latin Amerika.
Merkezine Meksika, Arjantin ve Brezilya’yı alan bu topraklar, 1898’de Salvador Roscano Barragan’ın, Don Juan efsanesinden etkilendiği ve aynı adlı oyundan uyarladığı Don Juan Tenori adlı filmiyle beyazperdeye ilk defa yansımıştır. Ne var ki perdenin beyazı, Meksika Devrimi’nin boynu bükük görüntüleriyle, Toscano Savaşı’nın dumanı henüz tüten yaralarıyla kararmıştır. Uzun bir dönem boyunca parça videolar hâlinde yayınlanan görüntüler, 1900’lü yılların ilk çeyreğinden itibaren uzun metrajlı yapımlara döner ve 50’li yıllarda Meksika filmlerinin Altın Çağı, her biri belgesel niteliğindeki derin izleri konu edinen yapımlarla filizlenir.
Latin Amerika sinemasında klasiklerin ve en başarılı örneklerin verildiği Meksika sineması, 60’lı yıllara doğru yükselen Arjantin sinemasıyla zenginleşmiştir. Fernando Solaas, Octavio Getino gibi yönetmenlerin önderliğinde, Latin Amerika’nın Üçüncü Sinema akımına doğru ilerlenmiştir. Bu dönemde Fransız yapımcıların da desteğiyle Latin Sineması, Amerika ile göbek bağını keserek Avrupa’ya açılmış, Emilio Fernandez’in Maria Candelaria (1994), Anselmo Duarte’nin O Pagador de Promessas (1962) gibi filmleriyle Altın Palmiye ödülü kazanarak Cannes Film Festivali gibi uluslararası festivallerde kadim yerini almıştır.
Bu sırada tarihî yapımlara yönelen Brezilya, politik ve eleştirel bir söylem üslubunu izleyerek Cinema Novo hareketini başlatmıştır. Özellikle Gluber Rocha’nın siyasi filmler üçlemesi, bu hareketin önemli simgelerinden biri olmuştur. Küba da Brezilya’nın yolundan ilerleyerek Küba Devrimi’yle yeniden yazılan tarihini perdeye taşımış, bu çabasına uluslararası destek de görmüştür.
60’lardan 70’lere geçişte farklı önceliklere ve tarzlara yönelen yönetmenlerle birlikte Yeni Latin Amerika Sineması’nın adını ilk defa anılsa da akımın esas kabulü, 2000’li yıllara uzanır. Cronos (1993), Paramparça Aşklar Köpekler (2000), Ananı Da! (2001) gibi oldukça çarpıcı, halkın sesini dile getirirken kendi içinde de özgün bir tadı olan yapımlar, Latin Amerika sinemasını evrensel bir kürsüye taşımıştır. Nitekim bu özgün tat, Latin Amerika sinemasının sonraki kaderini de etkileyerek bu toprakların insanlarından yayılan sıcağı, dünyanın kalbinde hissettiren; dramanın, suçun ve tarihin başyapıtlarını oluşturan klasik niteliğindeki yapımların kaynağı olmuştur.
Bu ayki özel dosyamızda sizler için Latin Amerika’nın hüzünlü, kırgın; ancak yaşama bir o kadar da sıkı sıkıya tutunan ve bu canlı ruha zincir vurmaya uzanan ellere inat, daima bir devrimci edasıyla hitap eden sesine kulak verdik. Bir tarafta köklerini geniş bir coğrafyaya gömen bu bedenlere vurulan esaret, diğer tarafta hiçbir şeyin tutsak edemeyeceği dalların üzerinde filizlenen bir tarih… Burası Latin Amerika.