Guillermo del Toro Gomez
Latin Amerika sineması, güneş altındaki topraklarından ve o toprakta harmanlanan kültüründen ötürü kavruk olduğu kadar karanlık bir yöne de sahiptir. Bu karanlık; ruhların dahi duymadığı bir sessizliğin hâkim olduğu ara sokaklarda soykırımların, savaşların, cinayetlerin, tehlikeli boyutlarda madde kaçakçılığının, hırsızlığın, kısacası suç adı altındaki hemen her karanlık olayın kol gezdiği bir coğrafya gerçeğidir. Elbette gerek iç gerekse uluslararası siyaset hamleleri gereği devletler tarafından üstü örtülmeye çalışılan bu gerçek, yaratıcı fantezi dünyasının kurgusal sahnesinden kaçamamıştır. Bunun en başarılı temsilcilerinden biri, Meksikalı yönetmen, yazar, yapımcı ve teknik uzman Guillermo del Toro Gomez olmuştur.
1964 doğumlu yönetmen, henüz yirmili yaşlarının başından itibaren sinemanın teknik yönüyle yakından ilgilenerek kendi kısa filmleri üzerinde çalışmıştır. 1986 yılında yayınladığı Dona Herilda and Her Son, yönetmenin bundan sonraki filmografisinde benimseyeceği üslubun da ilk emarelerini taşımaktadır. Fantastik kurgularıyla ön plana çıkan senaryolar, 2000 yıllarından sonra Gomez’in başta The Strain serisi olmak üzere çeşitli çizgi roman ve mangalar kaleme almasında etkili olacaktır.
Yönetmenin zaman kavramını bir gerilim girdabı içinde anlattığı Cronos (1993) ile başlayan uzun metraj serüveni, sonrasında Mimic (1997), The Devil’s Backbone (2001), Hellboy (2004), Pan’s Labyrinth (2006), The Orphanage (2007), Mama (2013), Shape of the Water (2018) gibi Meksika/İspanyol sinemasının en başarılı örnekleriyle devam etmiştir. Bu yapımların her birinde ortak nokta, Gomez’in karanlığa tuttuğu ışıktır; bir başka deyişle yönetmen, yapımlarında insanın ve kendi köklerini aldığı Latin Amerika coğrafyasının karanlık yüzünü yansıtmayı seçmiştir. Bu nedenle bir Gomez filmiyle karşılaştığımızda biliriz ki bu, aynı zamanda korkularımızla yüzleşmeye bir davettir. Ancak Gomez’in senaryolarındaki fantastik unsurlar ve karakterlerle kurgulanmış karanlıkta kötülüğün temsilcisi, filmin içerdiği insan dışı varlıklar, tuhaf biçimli yaratıklar değil, insanın ta kendisidir. Nitekim Gomez’in esas göstermeye çalıştığı da, vicdanını ve merhametini yitirmiş bir insanın, karanlıktan daha koyu niyetlere sahip olabileceği, kötülüğü acımasızlıkla kamçılayabileceği ve bilinmeze karşı duyulan ürpertilerden, tedirginliklerden çok daha derin korkular salabileceğidir.
Meksika topraklarında büyümüş olan yönetmenin fantastik dünyası da, bu kültürün ruhani boyutuyla beslenmiştir; dolayısıyla filmlerde yer alan “canavar”, “yaratık”, “kötü ruh” gibi unsurlar, salt bireysel kurgulardan ziyade Meksika kültürünü de içine alan bir inanç dilinin ürünüdür. Dolayısıyla Gomez’i anlamak için Meksika’nın karanlık yüzünü, çatlamış sesleriyle geçmişlerinin ruhlarına dokunan büyücülerini, atalarından bugünlere kalan manevi bir mirası da bilmek gerekir. Fakat Gomez’in sahnesinde can bulan bu doğaüstü varlıkların amacı, korkunun, kötülüğün, karanlığın temsilcisi olmak değildir. Bunun aksine hemen hepsi, vicdanını yitiren insanlığın mahrum olduğu, hatta belki habersiz olduğu bir erdeme sahiptir; yahut unuttuğumuz değerleri hatırlatacak bir yola çıkarmaktadır bizi. Dolayısıyla film boyunca karşımıza çıkan her doğaüstü varlığın, bize bu yolda eşlik eden bir yardımcı kavram –erdem temsilcisi- olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız.
Kurgularını peri masallarından hareketle kaleme aldığını belirten yönetmen, macerayı, dramı, tarihi olduğu kadar gerilimi de masalsı bir üslupla yansıtarak kendine özgü bir film dili yaratmıştır. Bu süreçte düş dünyasını Meksika ile sınırlandırmamış, Roma mitlerinden Yunan tragedyalarına kadar pek çok mitolojik, kültürel, dinî unsuru bir araya getirerek hem tarihî hem de sosyolojik olarak evrensel bir sahne kurgulamıştır. Üstün teknik bilgisini ve deneyimini de buna katarak uluslararası pek çok ödülün sahibi olan yönetmen, bundan sonraki projelerinde de çocuk edebiyatından ve çizgi roman uyarlamalarından hareketle fantastik film türünde eserler vermeye devam edecektir.
Rabia Elif Özcan