Sıradan bir öğle sonrasında sınıfına giren öğretmen Mizoguchi’nin karşısındaki manzara her zamankinden farklı değildir: 13 yaşlarındaki öğrencileri, ellerinde telefonları, kulaklarında kulaklıkları ve bilinçlerinde her şeyi bildikleri yanılgısıyla karşılarlar onu. Dönem sonunda görevinden ayrılacağını açıklaması öğrencilerin dikkatini çekmesine yetmez. HIV virüsü taşıyan sevgilisinden ve bir ay önce boğularak ölen kızından bahsetmeye başladığında bile sınıfın ilgisini uzun süre canlı tutamayacağının farkındadır. Ama dört yaşındaki küçük kızının bir kaza sonucu değil, bu sınıftaki iki öğrenci tarafından kasıtlı olarak öldürüldüğünü söylediğinde artık herkes onu dinlemektedir.
Öğretmenleri konuştuğu süre boyuncu devletçe dağıtılan sütlerini yudumlayan öğrencileri son bir sürpriz daha beklemektedir: Mizoguchi, kızını öldürdüklerini iddia ettiği söz konusu iki öğrencinin sütüne çocuğunun babasının AIDS’li kanını enjekte ettiğini itiraf eder. Genç öğretmen, 14 yaşının altındaki çocukları işledikleri suçlardan sorumlu tutmayan çocuk hukukuna değil, saf intikama inanmaktadır.
Kokuhaku’nun kendi başına bir film havasındaki bu otuz dakikalık etkileyici açılış sekansının ardından izleyiciler için pek çok şey yerli yerine oturmuştur: İyiler, kötüler, suçlular, masumlar… Bütün etiketler bellidir artık. Ne var ki buraya kadar sadece Mizoguchi’nin itiraflarına tanıklık etmişizdir ve bu, çok katmanlı bir sevgi-nefret ilişkisinin onlarca boyutundan yalnızca biridir. Çift taraflı yıpranmaların ötesinde, dinlenecek pek çok itiraf, alınacak pek çok intikam vardır. İşte tam da bu sebeple, Kokuhaku’daki her karakter karşılaşması bir kamikaze düellosu halini alır.
”Cinayetin yanlış olduğunu bana kimse öğretmemişti.”
Japonya’nın Oscar adayı olarak adını duyurup katıldığı birçok festivalden ödülle dönen Kokuhaku, geçtiğimiz şubat If İstanbul kapsamında ülkemizi de ziyaret etmiş ve festivalin en akılda kalan filmlerinden biri olmuştu. Özellikle Güney Kore sinemasından gelen örneklerle 2000’li yıllarda korku-gerilim sinemasının en revaçtaki alt türü haline gelen intikam olgusuna stilize bir yorum katan film, şiddet ve ergenlik arasındaki ilişkiye yaklaşımıyla ise başta Haneke olmak üzere Avrupalı yönetmenlerin izlerini taşıyor.
Okulda dehşet senaryolarının hala eskimediğini söylemek pek de inandırıcı olmayacaktır. Gus Van Sant klasiği Elephant’tan tutun da Uma Thurman’lı The Life Before Her Eyes’a kadar bu konuyu işleyen pek çok film izledik geride kalan yıllarda. Öyle ki Çağan Irmak’ın, Stephen King’in 1977 yılında basılan Rage isimli öyküsüyle bir hayli ‘benzerlik’ taşıyan ilk uzun metrajı Bana Şans Dile ile, bu konuya ülke sinemasından bir örnek sunmak dahi mümkün. Dünya genelindeki çeşitli liselerde gerçekleşen bazı gerçek rehin alma ve cinayet olayları ise işin başka bir tarafını oluşturuyor. Meselenin gerçek ve kurgu taraflarına baktığımızda ortaya çıkan tablo, Michael Haneke’nin -özellikle- Benny’s Video’da üzerinde durduğu ölümün ve şiddetin gerçekliğiyle onun medya aracılığıyla insanlara kanıksatılan yanılsaması arasındaki kıyaslamayı anımsatıyor.
Michael Haneke: ”Medya araçları her şeyi her zaman bildiğimize, anında bildiğimize dair yanılgılı bir bilinç oluşturuyor. Her şeyi bildiğimizi sandığımız, ama aslında hiçbir şey bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Bu bizleri korkunç iç çelişkiler yaşamaya zorluyor. Bu çelişkiler endişe yaratıyor. Endişe öfkeye dönüşüyor ve bu da sonuç olarak şiddeti yaratıyor. Çok acımasız bir kısır döngü!”
Öğretmeninin küçük kızının ölümüne sebep olan öğrencilerden Shuya, cinayetin, medyanın söz sahibi olduğu bir toplumda insanın kendini kanıtlama çabasının en kolay ve kesin yollarından biri olduğu farkındalığıyla adeta Haneke filmi ergenlerinden birini temsil ederken, kurban olarak yakınındaki en kolay hedefi seçmesi, eylemlerinin çocuk olmasının güvencesi altında olduğunu bilmesi ve soğukkanlılığıyla özellikle Benny’s Video’nun Benny’sini akıllara getiriyor. Haneke’nin bir diğer filmi The Sevent Continent’ta, göz doktoru olan annesinin ilgisini çekmek için kör numarası yapan Evi gibi o da, bilim aşığı olan annesinin ilgisini çekmek için bu alanda ses getirecek başarılar elde etmeye çalışıyor. Ancak yaptığı icatla elde ettiği birincilik ailesini zehirleyerek öldüren genç bir kızın haberinin gölgesinde kalınca Shuya da, toplumun dolaylı ya da dolaysız yollardan takdir ederek şekillendirdiği sahte bir başarı algısıyla, zekice planlanmış cinayetlerin ona sağlayacağı üne inanıyor. Evi’nin ilgi görme çabası küçük bir tokatla son bulurken, Shuya’nun annesine ulaşma çabası iki çocuğun katili olmasına mal oluyor. En nihayetinde iki durum da bir tür sevgi arayışından kaynaklandığından Shuya’nın bakış açısından ortaya çıkan sonuçlar arasında en ufak bir fark bulunmuyor. Tüm olup bitenden sonra, ”Alt tarafı kendi yaşlarımda bir çocuğu öldürdüm,” diyebiliyor. ”Cinayetin yanlış olduğunu bana kimse öğretmemişti.”
Eleştiri oklarını genç nesil üzerinden gösteren Kokuhaku’nun asıl hedefi eğitim sistemi ve ebeveynler olurken, filmin en acınası grubunu çocuklarına ulaşmayı başaramayan, bunu denediklerinde ise çabaları yüzeysel kalan yetişkinler oluşturuyor.
Dorothy Dix: “İtiraf daima zayıflıktır. Ağırbaşlı ruh, tüm sırlarını gizler ve cezasını sessizce çeker.”
Kokuhaku’yu gerek uzakdoğunun intikam temalı filmlerinden, gerek yukarda adını andığım okul gerilimlerinden bağımsızlaşmasında ise yönetmenin biçimsel tercihlerinin etkisi büyük. Sırtını büyük ölçüde görüntü yönetmenliğine yaslayan anlatımda sıkça kullanılan slow motion’lar sessiz ve derinden ilerleyen intikam duygusunu desteklerken, kullanılan anlatım teknikleri ve araçları arasında sürekli oynama yapılması filmdeki her karaktere sinen yabancılaşma duygusunun izleyiciye direkt yollardan geçmesine hizmet ediyor. Yönetmen Nakashima bu uğurda iç sesleri, flashback’leri, interneti, dikiz aynasını ve daha birçok kanalı gayet ustaca kullanarak bizleri izleyici konumunda kalmaya zorluyor. Önceki filmlerindeki mizahi bakış açısını yer yer Kokuhaku’da kullanmaktan da geri durmayan yönetmen, filme yön veren karakterlerin her birine bir itiraf bölümü tahsis ederek filmin başından itibaren üzerinde durduğu kavramların fikirsel devamlılığını sağlamayı da ihmal etmiyor. Gelen her bir itiraf, bir taraftan görünenin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarırken, bir taraftan da filmdeki intikam döngüsünü onulmaz bir noktaya vardırarak bizleri görüp görebileceğimiz en acımasız sonlardan birine hazırlıyor.
Modern bir Japon klasiği olarak selamlayabileceğimiz bu dramatik gerilimin güçlü olanın güçsüz olana var olma şansı vermediği dünyasında Dorothy Dix’in dediği gibi, itiraf daima bir zayıflık olarak kalıyor. Ancak ağırbaşlı ruhun tüm sırlarını gizleyip cezasını sessizce çektiği günler Kokuhaku çocuklarına denk düşmüyor.