Korku sinemasının sömürülmüş ancak içinde binlerce cevheri barındıran bir geçmişi var, insanlık tarihine ne de çok benziyor! Bu türün çıkışına dair iki rivayet bilinir: Birinci rivayet, sinemanın ilk filmi olarak da bilinen The Arrival of the Mail Train (1894)’in, seyircinin perdeden üzerlerine doğru gelen trenden korkmasıyla başladığıdır. Diğer rivayet de daha sinematograf denilen aygıtın keşfi yeni yapıldığı, çiçeği burnunda setlerin kurulduğu, gıcır gıcır kameraların çalıştığı ve mesleğe karşı acemi, meraklı insanlardan müteşekkil ekiplerin filmler çektiği o güzel günlerden birisinde kazara yaşanmıştır. Aniden ışıklar kesilmiş ve etraf kapkaranlık olmuştur. Seti bir panik kaplamıştır. Şüphesiz bu durum yönetmen ve yapımcıya enikonu ilham vermiş olmalı ki işte buradayız.
Korku türünü iki kavram ekseninde inceleyebiliriz, “etkiyle yaratılan korku sineması” ve ‘içerikle yaratılan korku sineması’ şeklinde bir kategorizasyon yapmamız gayet mümkün. Etkiyle yaratılan korku sineması, son yıllarda birçok örneğine rastladığımız, kabaca izleyiciye “Böh!” diyen filmler kümesidir. Diğeri ise, yani içerikle yaratılan korku sineması da bu genellemenin diğer boyutunu oluşturur.
Etki
Etki, ses efektlerine, kamera triklerine ve bol bol gövde gösterilerine yaslanan bir stil esasen. Mevzu basittir: Bay veya Bayan 15 TL gelir, salondaki koltuğuna oturur. Film başlar, katiller veya hortlaklar yahut da hayaletler keser, biçer, çarpar, şişman ve gözlüklüler ilk önce ölür, esmer bakireler sona kalır, sarışın çıtırlar çığlık atarak oradan oraya koşar… vs. Kâh kötü karakterin çocukluğuna inilir, kâh başkarakterin dinsel inancıyla tanışmasına ya da barışmasına zemin hazırlanır, kötü alışkanlıklarından (sigaradan bile) vazgeçirilir. Finalde de ya tutarsa diye devam filmine ille bir açık kapı bırakılır. Ses efektleri susmaz, atmosfer müzikleri keza devam eder, seyirci hop oturup hop kalkar. E formül de ortada, açılış vurucu olur, ilk yarıda gizem artar, ikinci yarıda ise kötü adama bir kılıf giydirilir ve finalde taşlar yerine güzelce oturur. Scream serisi (1996 – 1997 – 2000 – 2011), Evil Dead (1981 – 1987 – 1992 – 2013) serisi, Hostel serisi (2005 – 2007 – 2011) ve Dead Silence (2007) gibi filmler bu kategorinin başarılı yapımlarıdır diyebiliriz.
Etkiyle yaratılan korku sinemasını, hikayeleri veya sanatsal duruşlarıyla değerlendirmek çok yanlış olur. Ne kadar korkutabildiğine bakmak ve öyle puanlama yapmak gerek. Seyirci salondan çıktıktan sonra (etki sona ereceği için) bu filmleri hatırlamayacaklarının gayet de bilincindedir yapımcılar. Bu yüzden de eleştirmenlerin veryansın etmelerine de pek aldırış etmezler. Ortaya ne gibi bir fikir atılmış, seyirciye düşünme payı verildi mi, kökeninde hangi problematiği işliyor şeklindeki soruları yanıtsız bıraktıkları gibi senaryoda da denge sağlamayı çoğu kez ihmal ederler. Burada tek önemsenen şey, seyircinin korkup korkmadığıdır. Bence bu konuda da gerçekten başarılılar. Gelelim içeriği ile korkutmayı deneyen korku filmlerine.
İçerik
İçerikten kastım ne, kıvırmadan söyleyeyim hemen, sizi efektler ve müzikle ya da makyaj ve çığlıklarla değil, anlattığı hikayenin kasvetiyle korkutan filmlerdir. Triklere, teknik bıdılara başvurmayan, aksine tarihsel bağlamda ve toplum – siyaset – ekonomi üçgeni içerisinde karşılık bulabilen bir öyküleme söz konusundur. Bir diğer deyişle efendim, size öyle bir saptama yapar ki bu saptamanın kasveti, Bay ve Bayan 15 TL eve gidip yataklarına yattıklarında bile devam eder.
Anlamışsınızdır ama ben yine de örnek vereyim, Rosemary’s Baby (1968) filmini birazcık inceleyelim: Film sektöründe çalışan eşiyle yeni bir apartmana yerleşen genç bir kadındır Rosemary. Etrafındaki komşulardan nefret eder, hatta giderek tam bir bela olan kapı komşuları yaşlı çiftten kaçmak için her bahaneye sığınır. Hamileliği baş gösterir sonra. Olaylar gelişir… Finalde öğreniriz ki zavallı kadının kocası dahil etrafındaki bir sürü kişi aslında Satanist bir tarikatın üyesidir ve kendisi de aslında kocasıyla değil mühim şahsiyet olan İblis’le yatmıştır. Kucağına aldığı bebeği İblis’in tohumudur. Hikayenin korkutuculuğu nerede yatar? Kasvetli apartmanın koridorlarında mı, tekinsiz yaşlı çiftte mi, Rosemary’nin gece duyduğu kasvetli seslerde mi? Hiçbirinde.
Birazcık kendimizi geriye atıp meseleye geniş çerçeveden bakarsak konunun genç bir kadının toplumsal kimlik sıkıntıları olduğunu görürüz. O özgürleşmek istedikçe komşular gelip dedikodu yapmakta, yün işlemekte ve kendisini de bu köşeleri keskin, sınırları dar olan hayatın içine çekmektedir. Evet, olgunlaşma ve kendi hayatını kurma sürecindeki bir kadın için bu gerçek bir korku. Kocasının işe düşkünlüğü ve kendisinden uzaklaşması da ayrı bir kaygı unsuru. Hamilelik süreci ise farazi endişeleri de körükleyen, kadını tuhaf tuhaf hislere gark eden bir başka gerilim öbeği. Ataerkil – kapitalist bir dünyada özgür olmak isteyen bir kadının başarısızlığının nedenselliğini soruşturan, kadının nasıl uçarılık döneminden eli ayağı bağlanarak anne olan, yabancı kocaya, yalancı komşulara alışmasını anlatan bir film olduğundan Rosemary’s Baby korkunçtur.
Bir başka örneği 1973 yapımı Exorcist’ten verelim: Pazuzu Şeytanı’nın minik kızımızın içine girmesi aslında korkunç değil, kapıyı dolabı oynatması veya merdivenlerden örümcek gibi yürümesi de korkunç değil. İnsanı ürküten şey, ergenliğe erişmekte olan kızımızın toplumsal kurumlarla olan kopukluğudur. Annesi sinema sektöründe çalışmaktadır. Film setleri hikayede önemli bir rol oynar. Çünkü her şey bir sinema filmi gibi yapaylıktan ibarettir. İçeriği boşaltılmış bir hayat, dini vaazlar, bir yandan baş gösteren hastalıklar… Henüz çiçek açmamış bir kızın bedeni böyle bir yaşamda şeytanın sığınacağı tavan arası değil de nedir? Korku triklerinin ötesinde içerdiği anlamla seyirciye halis muhlis bir endişeyi verdiği için Exorcist’i bu türün en önemli temsilcilerinden birisi olarak nitelemek abartı olmaz herhalde.
Çok hoşuma gitti, bir örnek daha vereyim, kült film Onibaba (1964) ile tanınan Kaneto Shindô’nun Kuroneko (1968) adlı filmine kısaca bakalım: Eski çağlardayız. Gelin ve kaynana aynı evde kalmaktadır. Savaş her yeri kasıp kavurmuştur. Evden giden samuray bir daha geri gelmemiş, bu iki kadını yalnız, sahipsiz bırakmıştır. Derken bir grup savaşçı gelir, ancak daha çok haydut gibidirler. Gelinle kaynanaya tecavüz ederler, üstüne bir de evi yakıp ordan uzaklaşırlar. Yanlış anlaşılmasın, düşman askeri yapmıyor bunları kadınlara, bizzat kendi ülkelerinin askeri yapıyor. Ne de olsa barış dönemi buhranı hep bunlar. Devam edelim: Kara bir kedi gelip öçlerini almaları için bu iki kadınla anlaşma yapıyor. Kadınlar hayalete dönüşüp ormanın içinde samuray avlamaya başlıyorlar. Kadınların öcü olduğu doğru, peki ama kim yaptı bunu onlara? Bu iki hayaletin dehşeti herkesi korkutmaya başlar ülkede. Samuraylar oradan geçmeye çekinir, ürperir. Komutan, askerlerinden yağız, gözüpek bir samurayı bu hayaletleri avlaması için görevlendirir. Hayalet kadınlar samurayın karşısına çıkar, aynı habis oyunu ona da oynamaya hazırlanır ki hiç beklemedikleri bir şey olur, bu samuray birisinin kocası diğerinin oğludur! Samuray annesini ve karısını öldürmek zorundadır, hayaletler de cehenneme girmemek için samurayın canını almaya mahkumdur. Yunan tragedyalarını aratmayan anlatının korkunçluğu, süphesiz bu zeki ve acımasız eleştirilerle dolu yapısında gizlidir.
Etki – İçerik Kaynaşması
Mevzuya düz bakmamalı tabii. İçerik ile korkutmak isteyen birçok filmin iki seksen yattığına da şahit olduk, etki ile korkutmak isteyen filmlerin zekasına da hayran kaldık çoğu zaman. Mesela The Shining (1980) gibi her iki kategoriye de giren, etkiyi ve içeriği dengeli kullanıp zirveye erişen bir film. Yakın dönemdeki Rec (2007) de keza öyle. Sadece hikayesindeki siyaset ve toplum eleştirisiyle bile adından söz ettirebilecekken bir o kadar da gerilimli bir anlatıya sahip. Çünkü özellikle son dönemde bahsettğimiz kavramların kaynaşıp birbirine kemiklenmesi söz konusu.
Blair Witch Project (1999), Stoker (2013), Sinister (2012), Kill List (2011) ve Insidious (2010) gibi yakın zamanda izlediğimiz çok parlak filmler oldu. Hele Paranormal Activity’nin özgünlüğü takdire şayan. Elbette ki ilk filmden bahsediyorum, devam filmleri vasatın altında kaldı ne yazık. Paranormal Activity’de (2007) korkunun kaynağı ne idi? Sevgililerin yatağını dikizleyen ‘gece modu açık’ bir kamera. Kızımız, erkek arkadaşının evinde kalmaya gelmiştir. Evlilikle sonuçlanabilecek bir adım belki de. Ama ciddi bir ilişki yaşanmak istendiği ortadadır. Ve geçmişten gelen bir ruh, kıza sahip olmak ister. Her gece ayrı bir korku macerası yaşanır. Ne tuhaftır ki çiftimiz o yatak odasını terk etmeyi hiç düşünmezler. İnatla yatarlar orada. Niye? Çünkü tüm bu paranormal süreç, çiftin esasen birbirilerine alışma, keşfetme ve evlilik sürecinin öncesini pekiştirme evresidir de ondan. Bu çerçeveden baktığımızda tüm hayaletler, korkular filmde belli bir anlama oturuyor. Gündüz vakti bir şey olmuyor ama ya geceleri? Yatağa girme vakitleri geliyor. İlişkileri, duyguları giderek derinleşiyor. Eğreltileme en nihayetinde şeyleştirilmiş bir ilişki anlatımına kavuşuyor. Ve elbette yönetmenimiz film boyunca Amityville Horror’dan (1979) Exorcist’e (1973) birçok korku klasiğine göndermeler yapıyor.
Bitirirken
Tüm bunları anlatmamın, etki ve içerik başlıkları altında korku sinemasını kategorize etmemin sebebi, korku filminin sadece korkutan ve korkuttuğu derecede başarılı olan film yanılgısını düzeltmek istememden kaynaklanıyor. Ki korku gibi en ilkel ve güçlü hislerimizden birisinin, sinema gibi modern çağın en büyük buluşuyla birleşmesinin mükemmel bir sonuç çıkardığını düşünüyorum. Korkuyu salt bir etkide, seyirciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktan öteye gitmeyen filmlerde aramamalı ve eleştirel bakmalıyız ki kendi güncel gerçekliğimizin kasvetini anlatan filmleri ayırt edebilelim.
Mükemmel özet
Super olmuş. Sınava çalışırken denk geldim.