Nefret; çok boyutlu, çok güçlü ve kolayca şekil verilebilen bir duygudur. Birçok toplumsal ilişki ve mekanizmanın yönünü belirleyen, karakterini oluşturan ve özünde büyük bir değişim gücü barındıran bu duygu, kontrol altında olumlu sonuçlar doğurabilecek bir yapıya da sahiptir. Nefret, bireysel boyutundan ziyade toplumsal boyutuyla, yaşanan büyük dönüşümlerin çoğu zaman kalbinde yer almıştır.
La Haine‘nın(1995) üç karakteri Vinz, Said ve Hubert; dünyaya geldikleri günden beri onları yaşamın dışına atanlara karşı duydukları güçlü nefret duygusuyla bu hissin toplumsal/sınıfsal boyutunun birer parçasıdır. Fransa’da yaşıyor olmaları özel bir anlam ifade etmeyen bu üç genç; dünyanın her ülkesinde benzer şekilde yaşayan, daha doğrusu var olan yoksulların, göçmenlerin, azınlıkların, ezilen ve dışlananların ortak ruhunu temsil etmektedir. Bu ortak ruh, onları yeryüzünün dibinde yaşamaya mecbur bırakan güce karşı hissedilen büyük bir nefretle doludur. Bir şeylerin ters gittiğinin farkında olan her insan bu doğal nefret duygusuna sahip olsa da, pek azı bunun sarsıcı bir toplumsal güce dönüşebilme potansiyelini içinde barındırdığının farkındadır.
Tarihin akışını değiştiren pek çok olayın, toplumsal hareket ile devrimin temelinde ve çıkış noktasında bu nefret duygusu yatmaktadır. Bu nefretin ve nefretten açığa çıkan öfkenin doğru kontrol edilememesi, bu güce doğru bir anlam yüklenememesi (yahut yanlış bir anlam yüklenmesi) sonucunda pek çok hareket ya kolayca son bulmuş ya da istenilenin aksi bir yola sapmıştır. Çok yakın bir örnek olan Arap Baharı, her ne kadar birtakım örgütlü çabalarla kıvılcımlanmış olsa da, Tunuslu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla asıl patlamayı yaşamıştı. Uzun yıllardır otoriter rejimlerle yönetilen Arap coğrafyasında ortaya çıkan bu öfke patlaması, doğru bir bilinç kazanmayı başaramayınca, pek çok ülkede liderler devrildi ancak rejimler aynı kaldı. Suriyeli Kürt yazar Hoşeng Ose, Arap Baharı’nı şöyle yorumluyor: “Diktatörün gitmesi diktatörlüğün tamamen gittiği anlamına gelmiyor. Bölge ülkelerinin toplumlarındaki diktatörlük zihinsel ve kültüreldir; gelenekler ve psikoloji, yönetici ve muhalif siyasi bilinçte kronikleşmiştir.”[1]
Yanlış bir bilinçle yola çıkan hareketler, karşı koyduğu güç tarafından rahatlıkla kontrol edilir ve çoğu zaman halka istenilenin kazanıldığı izlenimi verilir. Oysa olan şey yalnızca hâkimiyetin el değiştirmesidir. Sistem farklı bir görüntüyle de olsa aynı dinamikler üzerinde işlemeye devam etmektedir. Bir yanlışın karşısında durmak, onu yok edip yerine doğruyu koyamadığınız, yani kendi çözümünüzü yaratamadığınız sürece hiçbir anlam ifade etmez. Jean Paul Sartre, “Zencilerin ezildiği söylenmedikçe, zencilerin ezilmesi bir şey değildir.” der. Ancak söylemek yetmez, kalıcı ve kapsamlı bir çözüm sunmak gerekir.
Vinz, sahip olduğu nefrete bir anlam yükleyemediğinden yaratabildiği çözüm de oldukça basittir. Arkadaşlarına serzenişte bulunan Vinz şöyle söyler, “Bu lanet sisteme katlanmaktan sıkıldım. Fare deliklerinde yaşıyoruz, siz bunu değiştirmek için ne yapıyorsunuz? Abdel ölürse durumu eşitlemek için bir polisi öldüreceğim. Böylece diğer yanağımızı çevirmediğimizi anlarlar.” Görüldüğü gibi Vinz, öfkesini doğrudan intikam ve şiddetle açığa çıkarmaktan başka bir yol bulamamaktadır. Ona “Okula gitseydin eğer, nefretin nefreti beslediğini öğrenirdin.” diye tepki gösteren Hubert’e yanıtı ise, “Ben okula gitmedim, sokaklardan geldim ve sokaklar bana ne öğretti biliyor musun? Öteki yanağını çevirirsen geberirsin.” olacaktır. Vinz; nefretini şiddete başvurarak göstermeye, onu fare deliklerine hapseden sisteme bu yolla karşı çıkmaya çalışmaktadır. Hubert ise olanları göz ardı ederek, banliyöden kaçıp gitmeyi düşünerek, uyuşturucu kullanarak nefretini bastırmaya ve kendini kandırmaya çalışmaktadır. Çözüm üretememenin yarattığı çaresizlik, Vinz ve Hubert gibi gençleri bu duyguyu çeşitli yöntemlerle yadsımaya iter. Nefret duygusu ona yakın duran başka duygularla iç içe geçer ve birçok alt kültür yaratır. Örneğin “arabesk” böyle bir alt kültürü temsil eder. Büyük kentlerin, metropollerin yoksul ve ezilen gençleri, onları var eden doğal nefret ve öfkeyi, acıdan, hüzünden zevk alma yoluyla bastırmaya, yok etmeye çalışır. Vinz, Said, Hubert ve onlara benzeyen tüm insanlar, yüksek bir binanın tepesinden düşerken her katın önünde “Buraya kadar her şey yolunda.” diyen adamdan farksızdırlar.
Vinz, öfke ve nefretini yönelteceği düşmanın bir temsilcisi olarak polisi görmekteydi. Aslında polis ile gettolarda yaşayan gençlerin ya da tüm ezilenlerin çatışması da nefret duygusunun iki farklı biçiminin çatışmasından başka bir şey değildir. Polislerin hiçbiri, zengin, varlıklı ya da aristokrat ailelerden gelmemektedir. Pek çoğunun yetiştiği çevre Vinz ve arkadaşlarının yaşadıkları çevreyle aynıdır. Dolayısıyla onlar da, Vinz gibi sisteme karşı doğal bir öfke ve nefret duygusuna sahip olarak büyümüşlerdir. Öyleyse bir zamanlar aynı ortak ruha sahip olan bu gençler, polis üniforması altında nasıl bu ruha karşı öfkeyle saldırabilmektedir?
Fransız düşünür Louis Althusser, devletin hegemonik yapısını; devletin baskı aygıtları ve devletin ideolojik aygıtları olarak iki başlık altında incelemiştir. Althusser, bu iki yapının da birbirinden birer parçayı içinde bulundurduğunu savunmaktadır. Örneğin, polis teşkilatı bir baskı aygıtıdır, ancak polis teşkilatını ayakta tutabilmek amacıyla bu kuruma devlet tarafından bir ideoloji aşılanır. Bu ideolojiyi güçlü kılan şey de, nefreti kullanması ve ona bir anlam yüklemeyi başarabilmesidir. Benzer koşullardan gelip, ortak bir ezilmişlik hissi yaşayan polisler ile gettolarda yaşayan gençlerin arasındaki düşmanlığın ve çatışmanın sebebi, özünde aynı olan nefret hissinin aldığı karşıt biçimlerdir. Polislerin nefretini, kendi işine yarayacak biçimde düzenlemeyi başaran devletin karşısında Vinz gibi olanlar çaresiz ve güçsüz konumdadırlar.
Nefret duygusunun karmaşık yapısına, kullanışlılığına ve çok boyutluluğuna karşın, bu hissin kendisi her biçimde içinde büyük bir tehlike barındırır. La Haine’da yalnızca bir örneğini gördüğümüz öfkeli gençliğin, yaşamın dışına itilenlerin nefretine bir anlam yüklemek, bir bilinç kazandırmak ve bir hedefe kilitlemek başlı başına asla bir çözüm yolu olamaz. Vinz’in nefreti bilinç kazandığında karşı koyduğu düzeni yıkmayı başarabilir elbet, fakat bu nefret bir dönüşüme uğramaz, yeri geldiğinde kendini yok etmeyi başaramazsa, yeni düzen yalnızca nefretin bir başka biçimi üzerine kurulmuş olur. Albert Camus’nün sözleriyle, “Köle adalet istemekle başlar, krallık istemekle bitirir işi. Şimdi de kendisi egemen olmalıdır.”[2] Karşı koyulan güce salt nefretle yanıt verilmesi, yaşanabilecek olumlu toplumsal değişimlerin eninde sonunda bir kısır döngü içine girmesiyle sonuçlanacaktır. Toplumsal bir güç olarak bu ortak nefret, kapsamlı ve koşulsuz bir sevgiye dönüştürülemedikçe, değişen tek şey görüntü olarak kalır. Bir önceki düzenin öfkeli gençliği, yeni egemen güce dönüşür ve karşılığında yeni bir öfkeli gençlik yaratır. Yine Camus’nün söylediği gibi, “İnsanların tarihi, bir anlamda, birbiri ardından gelen başkaldırıların toplamıdır.”[3]
Bu kısır döngüyü kıracak kapsamlı bir dönüşüm gerçekleşmedikçe, tüm çözümler geçici, yerel ve temelsiz kalacaktır. Yanlış bir sistemin yerine kurulacak düzen ne kadar doğru bir temelde inşa edilirse edilsin, zaman içerisinde kendi ezen ve ezilenlerini yaratacaktır. Sovyetler Birliği örneği, belki de bu noktada verilebilecek en iyi örneklerden birisidir. Karşı koyduğu sistemi yıkarak kendi sistemini kuran Sovyetler, zamanla düşmanı olduğu gücün yöntemlerini kullanmaya başlamış, kaderi de benzer bir biçimde yıkılmak olmuştur. Öyleyse, egemenliğin el değiştirmesi sorunlara ancak kısa vadeli çözümler getirecektir. Sistem kavramının kendisi, kalıcı ve kapsamlı çözümlerin karşısında durmaktadır. Pierre-Joseph Proudhon, “Hükümet olması gibi basit bir neden dolayısıyla hükümetin devrimciliği bir çelişkidir.” der. Kurulabilecek en iyi sistem bile, sınırlayıcı ve durağan olmaktan kaçamaz. İnsanın, toplumun, yaşamın özü, durağanlığı ve tekliği reddeder.
La Haine, içinde barındırdığı Le Pen ve Fransız siyaseti eleştirilerine rağmen, zaman ve mekândan bağımsız, evrensel bir gerçekliğin yansımasıdır. Dünyanın her yanında yaşayan öfkeli insanlığın, dışlanan ve ezilen gençlerin hikâyesidir. Filmin son sözünde küçük bir değişiklik yaparak, düşüşte olanın sadece bir toplum değil tüm insanlık olduğunu söylemeye çalışmak, pek de yanlış olmayacaktır: “Bu, düşen bir dünyanın öyküsü. Düşerken kendini rahatlatmak için şöyle söylermiş: ‘Buraya kadar her şey yolunda.’ Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”
[1] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/arap-baharinin-bolgedeki-ve-uluslararasi-etkisi, 25 Ocak 2014.
[2] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, İstanbul, 2010, s.39.
[3] a.g.e
“Film zaman ve mekandan bağımsız, evrensel bir gerçekliğin yansımasıdır.” film bittiğinde hissettiklerimi tek cümlede özetlemişsiniz. Harikulade bir yazı.