Bir filmle duygusal bağ kuramayabilirsiniz ya da altmetniyle aynı fikirde olmayabilirsiniz. Ama, bazen ortada öyle bir iş vardır ki saygı duymamak elde değildir. Semih Kaplanoğlu yönetmenliğindeki Buğday (2017) da bu filmlerden biri. Kaplanoğlu, ülke standartlarının o kadar üstüne çıkıyor ki, filme doğru saygıyla eğilmememiz için bir neden kalmıyor. Malatya Uluslararası Film Festivali’nden de aldığı En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Görüntü Yönetmeni ve SİYAD En İyi Film Ödülünü sonuna kadar hak ediyor.
“Nefes mi; buğday mı?” sorusunun cevabı konusunda kafalarımızı oldukça karıştıran Buğday (2017), kendine distopik bir dünya yaratıyor. İnsanoğlunun gelişen teknolojiyle birlikte yok ettiği doğayı yeniden yaratım sürecindeki başarısızlığının çözümünü tamamen farklı bir alanda arıyoruz film boyunca. Sonuca da ulaşıyoruz, ama bu sonucun kimi tatmin edip kimi etmeyeceğini bilemiyoruz tabii. Altmetinle aynı fikirde olan izleyiciler için muhteşem sayılabilecek olan Buğday‘da, Kaplanoğlu’na göre bilim ve din orta noktada buluşturulmaya çalışılıyor. Aslında filme uzaktan bakıldığında, bilimin ulaşamayacağı noktaya metafiziğin ulaşacağı sonucu çıkıyor. Bu da izleyicinin ikiye ayrıldığı nokta oluyor. Ama bu ayrıntıyı bir kenara ittiğimiz zaman, film hakkında eleştirilebilecek tek bir nokta bile kalmıyor. Çünkü savunduğu fikrin hakkını veriyor.
Şehir dışında kalan kasaba ve köylerdeki her imkanın şehirlere taşınıp geri kalanın ölüme terk edildiği; asit yağmurlarının yağdığı, herkesin ölümcül bulaşıcı hastalığa yakalandığı, zehirli toprakların bulunduğu, hiçbir tohumun filizlenemediği bir distopya yaratıyor Buğday. Şehirdeki insanlar en iyi imkanlarla yaşasın diye kasabalardan şehre geçmeye çalışan her insanın öldürüldüğü bir dünyadır burası. İnsanlığa dair tüm duyguların unutulmasıyla birlikte dünyeviliğe dair en önemli şey de unutuluyor tabii: İnanç. Bu inancı ister dini inanç, ister doğaya inanç, ister insanlığa inanç olarak algılayalım, hepsi aynı kapıya çıkıyor: İnsanlığın yok ettiği her şeyi yeniden arzu etmesi, ama hiçbir şeyi elde edememesi. İsterseniz yönetmenin dediği gibi bu filmi Kuran’a yorun, isterseniz geçmişten geleceğe uzanan sonsuz tarihe; sonuç hep aynıdır.
Film boyunca kendinizi siyah-beyaz bir dünya tasvirine bırakıp gidersiniz. Siyah-beyaz bazen nostaljiyi, bazen duygusallığı yansıtır sinemada. Bu kez duygusuzluk, karamsarlık ve çaresizliği anımsatmakla yükümlü gibi görünüyor. Buğday’a daha iyi uyan renklerin dünya üzerinde bulunduğunu da hiç sanmıyorum. Vücudun değil, kalbin kaldırması gereken yüklerle donatılmış bir yolculuğu izliyoruz. Biliyoruz ki baş karakterimiz bu yolculuğu tamamlayamazsa sonsuz bir çaresizlik çökecektir üstümüze. Ama tamamlarsa, bir rahatlama mı gelecektir sahiden? Tam olarak böyle olmuyor. Onun yerine, akıl karışıklığı ve ucu açık bir son bekliyor bizleri. Bazılarına göre apaçık bir anlamı olsa da, bana göre yoruma açık olan bir sona sahiptir Buğday. Bünyesinde metaforlara oldukça yer veren Buğday’ın belki de en yoruma kapalı kısmı bu metaforlar dahi olabilir. Topraktan gelen insanın toprağı yok etmesi ve bir daha toprağa sahip olamaması da en büyük ironilerden biri oluyor. Sinemaseverlere ise tüm bunlardan sonra tek bir görev kalıyor. Filmi izleyip “Nefes mi; buğday mı?” sorusunun cevabını aramak.