Medeniyet nedir? Konforlu bir hayat sürmek mi? Tüm insanların konuşarak sorunlarını çözebildiği, sanatın ve keyfin yegâne hedefler olduğu bir yaşam mı? Bu açıdan bakınca ‘medeniyet’ bir ütopyaya dönüşmüyor mu? ‘Medeni’ olduğunu söyleyen bir insan/topluluk, ‘medeniyet’i sadece kendi açısından yorumlamış olmuyor mu? Sonuçta kendi yaşam biçimini ‘medeniyet’ olarak tespit edip diğer insanlara bunu dayatmıyor mu?
Bu ve benzeri tüm sorular, Denys Arcand’ın Le Déclin de L’empire Américain‘dan (1986) 17 yıl sonra çektiği devam filmi Les Invasions Barbares‘i (Barbarların İstilası – 2003) izlerken aklımdan geçti. İlk film de ana cümlesini medeniyet kavramı üzerine kurmuştu. Fil’m Hafızası için yazdığım ilk analiz olan yazıda şöyle yazmışım: “(filmdeki karakterlerden birinin yazdığı) Kitabın ana önermelerinden biri olan ’Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.’ cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri.” Le Déclin de L’empire Américain medeniyeti ve 80’lerdeki hâlini bir grup arkadaşın konuşmaları ile hayatları üzerinden sorgular. Filmin güzelliği, fazla büyük kelamlar etmeden ve seyircinin gözünü boyamadan meramını anlatmasıdır. Devam filmi ise daha büyüğüne oynayan, yer yer iddialı cümleler sarf eden ve hafiften cilalanmış bir yapım.
İlk filmimizin çapkın tarih akademisyeni Rémy, ciddi bir hastalık dolayısıyla hastanededir ve durumu her geçen gün kötüleşmektedir. Yanındaki tek kişi, ilk filmdeki olaylardan sonra ayrıldıklarını öğrendiğimiz, eski eşi Louise’tir. Londra’da bir bankada çalışan oğlu Sébastien’i babasını son kez görmesi için çağrırır. Sébatien, annesini aldattığı ve ailesini parçaladığı için babasından nefret etse de gelir gelmez onun daha iyi şartlarda tedavi görmesi için çabalar. Hastane yönetimi ile sendikasına rüşvet vererek özel oda yapılıp oraya taşınmasını sağlar, PET taraması için onu Amerika’ya götürüp daha iyi bir görüş edinmeye çalışır. Dünyanın dört bir yanına dağılmış (ve ilk filmden tanıdığımız) eski arkadaşlarını toplayarak babasının moralini yükseltmeye çalışır. Hatta babasının acısını dindirmek için şehirde eroin aramaya bile çıkar.
İlk filmden çok iyi tanıdığımız Rémy; günü yaşayan, önüne gelen kadınla yatan ama kültürlü, sosyalist ve özünde iyi bir insandır. Bu filmde Rémy Kanada’yı temsil eder. Sosyal bir devlet olan Kanada; büyük ülkelerin tersine pek diğerleriyle uğraşmayan, tarafsız olmayı seven, kendi kendisini çeviren ve halkına eşit davranmaya gayret eden bir ülkedir. Oğul Sébastien ise vahşi kapitalizmin kalbi olan Amerika’dır. Her derdini parayla hâlletmeye çalışan, güzel bir nişanlısı bulunan, düzenli yaşayan, elinden (iş dolayısıyla) telefon düşmeyen, aile değerlerine önem verse de aşka inanmayan, kısacası Levent plazalarında yüzlercesiyle karşılaşabileceğiniz birisidir.
Film boyunca ikisinin tartışmalarını izleriz sıkça. Bir başka deyişle, ana eksende baba-oğul çatışması vardır. Seyirciyi yakalayan da filmin bu melodramatik yanıdır. Ölmekte olan babasının yanında kaldıkça onu daha iyi tanıyan ve anlayan bir oğuldur, Sébastien. Tıpkı aynı yıl çekilen Burton başyapıtı Big Fish (2003) gibi. Will’in, babası Ed’i tanıma süreci oldukça masalsı ve bir o kadar gerçek iken Sébastien’de aynı etkiyi göremeyiz. Sébastien, babasını daha iyi tanısa da bunu sanki bir görev bilinciyle yapar, babadan çok anneye duyulan bir minnet hissiyle. Aslında Arcand böylece, Sébastien ve kuşağını da tanımlamış olur. Bu kuşak, Rémy ve arkadaşları gibi kültürlü, içten ve hayat dolu değildir. Bulundukları her eylemde ve hatta sevişmelerinde bile bir hissizlik vardır. Bunu anlatan en iyi sahne, bir açık artırma uzmanı olan Sébastien’in nişanlısı Gaëlle’nin kilise ziyaretidir. Londra’daki patronundan değerli olduğunu duyduğu Montreal’de bir kilisenin kilerindeki eşyaların, manevi değeri hariç para etmeyeceğini direkt söyleyiverir kilisenin rahibine.
Filmin ortasındaki bir sahnede, televizyonda 11 Eylül görüntüleriyle karşılaşırız. Ardından konuşan yorumcu; eskiden medeni halkların savaşları yurtlarının dışında (evleri zarar görmeden) yaptıklarını, oysa günümüzde savaşın evlerde cereyan ettiğini ve bunun “Barbarların İstilası!” olduğunu söyler. Bu saptama, düz bir okumayla insanların değil, terörün medeniyeti çökerttiğinin ibaresidir. Nitekim eroin satıcısının kapısında arkadaşını beklerken önceden tanıştığı narkotik polisine yakalanan Sébastien ona, kimi tutuklayacağını sorduğunda gayet samimi bir cevap alır: Polis bir çeteyi çökertse de yerini diğeri almaktadır. Bugün Iraklılar, yarın Türkler, İtalyanlar, İranlılar… Sonuç değişmeyecektir; bu, bir istiladır ve devam edecektir.
Bu mantığa göre; medeni (olduğunu iddia eden) topluluk, diğerlerine istediğini yapma hakkına sahipken diğerleri (barbarlar) aynı hakka sahip değildir, olmamalıdır. Medeni toplumların demokrasi götürme iddiasıyla barbarların evini savaş alanına çevirmesi hak iken, barbarların aynı şeyi onlara yapmaları bir istiladır ve medeniyetin çöküşünü simgelemektedir. Oysa Rémy’nin hastane rahibesine anlatmaktan usanmadığı gibi, herkes 20. yüzyıldaki soykırımlara tarihin en dehşet sayfaları olarak bakarken Avrupalıların Papalık desteğiyle Amerika’da katlettiği milyonlarca yerliyi kimse umursamamaktadır. Kısacası ‘medeni’ insanlar için insan yerine konabilecek tek varlık kendileridir; barbarlar ise ‘medeni’ insanların hayatlarını benimsemek zorunda olan, bunu öğrenmeleri için önlerinde çok yol bulunan, bu süreçte de ‘medeni’ insanların onlara karışırken (pardon, eğitirken) kıllarını kıpırdatmamaları gereken varlıklardır.
Arcand bir kez daha ‘medeniyet’i tartışmaya açarken bu sefer iddialı sözler söylemekten kaçınmıyor. Her ne kadar iki tarafa (Rémy ve Sébastien) da yer verip tarafsız kalmaya çabalasa da (sözde) medeniyet ağır basıyor. Amerika’da daha iyi şartların bulunduğunun birkaç defa vurgulanması (hatta Amerika sınırında bayrağa yapılan vurgu), (filmde) paranın çözemediği hiç bir şey bulunmaması, Sébastien’in ne kadar vefalı evlat olduğunun defalarca altının çizilmesi (ama kendisinde nedametten eser bulunmaması), teknolojinin nimetlerinin açıktan övülmesi ve benzeri unsurlar, ibreyi açıkça medeniyete döndürüyor.
Arcand’ın bu tercihinin sebebi, ilk filmde aday olup alamadığı Oscar’ı kucaklayabilmek midir, tartışılır (sonuçta kucakladığı kesin). Daha önce de La Vita é Bella (1997) gibi yabancı filmlere benzer ithamlarda bulunulmuştu. Sebebi ne olursa olsun, Arcand devam filminde medeniyetin perişanlığını insana değil; para, ülkeler, konfor, barbarlık gibi soyut değerlere bağlıyor. Her ne kadar ondan çok daha popüler olsa da ilk filmden ayrıldığı en elzem nokta da bu zaten. Oysa ister medeni ister barbar olsun bu bahsedilen soyut değerleri de çıkaran insanların ta kendisi.
Lâkin Arcand, para karşılığı hocalarını (Rémy’yi) ziyaret eden öğrencilere yer vererek nedamet belirtileri de gösteriyor. Sébastien’in ziyaret karşılığı verdiği ücreti en ufak pişmanlık duymadan alan öğrencileri ve bu rezil rüşveti gayet soğukkanlı bir şekilde dağıtan Sébastien’i göstererek filmin şöyle bir okumaya da kapı araladığını söylemek mümkün: Rémy ve nesli gibi kendince yaşayan ama vicdanlı insanların devri kapanmıştır. Yeniçağ, parasıyla ‘medeni’ olduğunu sanan ve onların evlerine gerilla taktiğiyle saldıranların devridir. Belki de barbarların istilası, tüm bu zamane çocuklarının (yani bizlerin) dünyayı ele geçirmesidir.
Les Invasions Barbares; sonuçta iyi performanslar içeren, sağlam yazılmış, kurgulanmış, yönetilmiş ve farklı okumalara açık bir yapıt. Ayarında bir melodram ile de seyircisini avucunda tutmayı iyi beceriyor. Finalde Rémy’nin kızının, babasına Pasifik Okyanusu’ndan gönderdiği videolu veda mesajında gözyaşlarının yerçekimine direnmesi imkânsızlaşıyor. İlk filmden aşina olduğumuz mizahi tutum yerini bol hüzne bıraksa da hiç sıkılmayacağınız, üzerine ‘medeniyet ve türevleri’ hakkında düşünmenizi sağlayan kalburüstü bir yapım, her ne kadar yanlış sularda yüzse de. Aslında bu yanlışlık da sizin düşüncenize göre değişir.