Özellikle süpermarketlerin teknolojik reyonları civarında, ortalığa atılmış gibi duran, özensizce yerleştirilmiş sepete benzer kısımlarda üst üste sergilenen DVD filmlere göz atmanızı tavsiye ediyorum: Nelerle karşılaşacağınız hiç belli olmuyor. Benim şimdiye dek bu reyonlarda olmasına şaşırarak, biraz buruk ama yine de sevinçle tanık olduğum filmlerin arasında sanırım en ilginci, Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’nun üç Avrupalı yönetmen tarafından sinemaya uyarlanmış üç kısa öyküsünden oluşan Histoires Extraordinaires (1968) filmidir.
Film, o yıllarda sayın Jane Fonda ile desti izdivacını sürdürmekte olan Fransız oyuncu, yapımcı, yazar ve yönetmen Roger Vadim tarafından yönetilen “Metzengerstein sekmesi” ile başlar.
Orta Çağ Avrupası’nda kendisine kalan devasa miras yüzünden başı dönmüş, feleğini şaşırmış, kendini vahşetin ve şehvetin kollarına bırakmış, ancak bir o kadar da yalnız ve hayvan sever Kontes Frederique de Metzengerstein (Jane Fonda), aralarındaki kuşaklardır süren husumet yüzünden sebepsiz yere ifrit olduğu ve aynı zamanda komşu şatonun baronu olan kuzeni Wilhelm Berlifitzing’e (Peter Fonda) yerli yersiz laf atmakta, hakaretleriyle onu kızdırmaya çalışmaktadır. Ancak yakışıklı Baron’un tongaya düşmediği aşikardır. Nihayet kaderin ağlarını örmesiyle, ormanda bir kapana yakalanan fettan ama sevimli Kontes, kendisini kurtaran kuzeni yakından görmesine müteakiben yıldırım aşkına tutulur. Hayatında ilk kez son derece açık kalplilikle hislerini ortaya koyarak Wilhelm’i şatosuna davet eden Frederique, geri çevrilmeye alışkın olmamasından mütevellit, çok kısa bir an için terk ettiği gaddar ve histerik benliğine geri döner ve intikam hırsıyla Wilhelm’in neredeyse bütün vaktini geçirdiği ahırını ateşe verir. Ancak hiç hesapta olmayan bir şekilde, Baron Wilhelm Berlifitzing de, atını kurtarmaya çalışırken, alevlerin kurbanı olarak yaşamını yitirir. Metzengerstein’in bundan sonrası, daha önce tatmadığı bir duygu olan aşkı, üzüntü ve pişmanlıkla birlikte yaşayan ve gitgide korkularının kurbanı olan Frederique’in, Wilhelm’in hayaleti olduğuna inandığı, siyah bir aygır tarafından manipüle edilişini ve vicdanının etkisiyle sonunda kendini yok edişini anlatır.
Roger Vadim’in aynı yıl çekmiş olduğu, başrolü de yine –ne tesadüftür ki- Bayan Vadim’e ait olan Barbarella’nın setinden emaneten getirilmiş gibi duran kostümleri, gerilim ve merak unsurundan uzak yapısı, ve fakat bunun yanında hikayenin geçtiği mekanların güzelliği ve kendini her zaman izlettiren başrol oyuncusu ile her şeye rağmen izlenmeye değer olduğunu düşündüğüm bu bölümde, Jane Fonda’yı Peter Fonda’ya aşık halde görmek ne tür bir izleyicinin hoşuna gider, orası tartışılır tabii ama, filmdeki bu durum, Edgar Allan Poe’nun kendi kuzenine olan aşkı da göz önüne alındığında çok da anlamsız olmayan bir ayrıntı olarak akıllarda kalır. Tüm bunların sonucunda, merakla izlemiş, görüntü ve açıları ile müzik kullanımını oldukça beğenmiş olmama rağmen, Metzengerstein’in üçlünün en zayıf halkası olduğu su götürmez bir gerçektir.
Filmin ikinci bölümü, yazarın yine aynı adlı hikayesinden Louis Malle tarafından sinemaya uyarlanan William Wilson’dır. Bu bölümde, Vadim’in aksine, gerilim ve bilinmezlik unsurlarını son derece başarılı şekilde kullanan yönetmenin -bana göre- bir büyük kozu da, elbette Alain Delon gerçeğidir.
Çocukluğundan itibaren şiddet temelli dürtülerini bir gösteri misali sergilemek arzusu ile yanıp tutuşan, ancak sürekli olarak -kendisiyle aynı adı taşıyan ikinci bir karakter olarak vücuda gelen- vicdanı tarafından engellenen William Wilson’ın (Alain Delon), içinde bulunduğu histerik durumu anlamlandırma ihtiyacı içinde bir papazın ayaklarına kapanmasıyla başlar hikaye. William durumdan çok rahatsızdır. Hayatı boyunca ne zaman akıllara zarar bir oyun sahneye koyacak olsa, öteki William devreye girmekte, bütün ortamı talan etmekte ve bizimkinin hevesini kursağında bırakmaktadır. William’a göre durumun tek çözümü vardır: Rakibi öldürmek. Çünkü güç paylaşılamaz! Biz izleyiciler, William’ın itiraf etmekte olduğu cinayete kimin kurban gittiğini düşünüp bulmaya çalışırken, siyah peruğuyla bir de Brigitte Bardot girer devreye. Uzun kumar sahnesinde gerilim arttıkça artar. İzlenmeye değer bu uzun sahnenin sonunda yine “Vicdan William” ortaya çıkar ve artık gerçekten öldürülmeyi hak ettiğinin sinyallerini verir. Nitekim vicdanını yok eder William Wilson. Onunla birlikte kendini de…
Yönetmeninden beklenecek şekilde yoğun karakter karmaşasını, iç hesaplaşmayı, gerilimi ve belirsizliği barındıran bu bölüm, oldukça tatmin edici ve “su geçirmez” bir yapıya sahiptir. Alain Delon ve Brigitte Bardot’lu kumar sahnesi bana göre sinema tarihinin olağandışı sahnelerinden biridir.
Filmin üçüncü ve son bölümü, İtalyan sinemacı Federico Fellini imzası taşıyan, Poe’nun “Never Bet the Devil Your Head” adlı öyküsünden uyarlanmış, Toby Dammit’tir.
Şevkini yitirmiş, işini kaybetmek üzere olan, alkolik, alaycı, boş vermiş ve hatta “koyvermiş” bir aktör olan Toby Dammit, İsa’nın hayatını anlatan bir westernde oynamak üzere İtalya’ya davet edilir. Daveti kabul etmesinin tek sebebi, yapım şirketi tarafından kendisine vaat edilen son model Ferrari’dir. Çevresinde olan bitene son derece kayıtsız şekilde yaşamayı başaran Toby, katıldığı ödül töreninde içinde bulunduğu durumun abukluğunu deneyimlemektedir. Onun gördüğü dünya Fellini’nin kamerasından bize öyle bir yansır ki, daha ilk sahneden neye uğradığımızı şaşırırız. Tuhaf insanlardan, karanlık siluetlerden, kağıt kuklalardan oluşan dünyasında onu asıl cezbeden, kendini balon zanneden beyaz topu ile ortalıkta gezinip sinsi sinsi gülümseyen küçük kız, şeytanın ta kendisidir. Toby’nin yeni Ferrari’si ile birlikte, onun peşinden ölüme gitmekten başka seçeneği yoktur. Şeytan betimlemesi ve son sahnesiyle dimağlarda yer etmiş orijinallikte bir yapıttır Toby Dammit.
Açılış sahnesinde, havaalanındaki envai çeşit insan versiyonunu gözümüze soktuğu planların ardından ağzım açık şekilde ekrana bakmaktan kendimi alamadığım, ve bu planlar sayesinde –özellikle de ellerinde enstrümanları ile rüzgarda savrulan rahibeler- kendisine bir kez daha hayran olduğum Federico Fellini, kolektif bir filmin parçası olmayı reddedip, kendine ait kısmı adeta bir uzun metraj gibi benimsercesine duruma ağırlığını koyarken, izleyiciyi sembolizmin doruklarına taşır.
Toby Dammit karakterini canlandıran İngiliz oyuncu Terence Stamp için ise aslında söylenecek çok fazla şey yoktur. O, nevi şahsına münhasır, olağanca güzelliği ve özelliğiyle, herkesin tepesinde öylece durmakta ve mahcupça gülümsemektedir.
Gotik edebiyatın usta ismi, gizemin ve tasvirin ilahı, “anlatılmaz okunur” mertebesine ulaşmış, kendini aşmış, harikulade Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’nun kısa öykülerinden sinemaya uyarlanmış bu karakterler, kendilerini canlandıran oyuncuların, o oyuncuları yöneten yönetmenlerin ve biz izleyicilerin de ötesinde, kendi kendilerine vakur bir güzellik içinde, onları yaratan dehaya selam eder gibi dimdik ve hafif muğlak öylece durmaktadırlar, 1968’den beri. Belki de daha öncesinden…
Yazarları, senaristleri, yönetmen, oyuncu ve tüm yaratım ekibiyle, sinema tarihinde şık ve ağızlara layık bir konumda sessizce konuşlanmış, “Spirits Of The Dead” adıyla da bilinen Histoires Extraordinaires, özellikle ilk iki öyküsünün maruz kaldığı olumsuz eleştirilere rağmen, yalnızca koltuğuna yayılıp aksiyona tanık olma amacıyla film izlemeyi tercih eden bir kitleye hitaben, iki-üç liraya satışa sunulmayı hak edecek bir film değildir. Yine de kendisini ucuza edinmek, yüzde sinsi bir gülümsemeye neden olmaktadır, tavsiye edilir!