Sinemanın müzikle olan ilişkisi yalnızca efsanevi film müzik albümleriyle, müzikal filmlerle ve müzik dramalarıyla sınırlı değil. Sinema, belgesel türü altında üretilen, araştırmacı-gazetecikle de yakından ilgili birçok yapımla, hayatımıza giren, kahramanlarımız olan ya da marşlarımız haline gelen müzisyenlerin, müzik gruplarının, müzik sahnelerinin, şarkılarının vb. izlerini uzun zamandır sürüyor. Sinema, dinlediğiniz müziğin yalnızca nasıl tınladığıyla değil, aynı zamanda o tınının üretildiği tarihi aralığı, şehir, grup içi dinamikler ya da müzisyen öz geçmişiyle de ilgilenen dinleyiciler için paha biçilmez imkânlar sunuyor. Öte yandan belgesel-müzik türü, aslında belgesel yapımların tümü, sağladığı tarihsel bilgilerin ve detayların yanında, yaratıcılığa açık olması ve bir haber bülteninden fazlasını vaadeden potansiyeliyle de en az bir kurgu film kadar ilgi çekici olmayı başarabiliyor. Bunda, bir yönetmenin odaklandığı hikâyeye yaklaşımı, hikâyeyi yerelliği ve doğallığı içinde korurken kendince onu nasıl dönüştürdüğü çok önemli bir paya sahip. Belgesel çekilirken ne tip görsel içerikler hazırlandığı, belgesel zamanın nasıl kurgulandığı, belgeselin anlatıcısının kim olduğu, röportaj varsa şayet konu akışı içinde ne ağırlıkla kullanıldığı gibi ve daha birçok kriter, belgesel yapımını sıradan bir anlatıcı ve bilgilendirici bir yapımdan, yaratıcı bir aracıya ve kurgusal bir kompozisyona dönüştürüyor. Belgesel-müzik yapımlarının çeşitli birçok örneğinde de gözlemlenecek bu bayağı anlatıcılığı bozan yaklaşım, müzikle kurduğunuz deneyimi değiştiren, dinlediğiniz müzikle aranızda yepyeni yorumlama kanalları açan bir işleve sahip olabiliyor. Bu anlamda bu liste, çeşitli müzisyen, müzik grupları, müzik sahnelerine odaklanan birçok yapımı müziğe dair ön kabüllerinize meydan okumanız, dinlediğiniz müziğin perde arkasını aralamanız için bir araya getiriyor. Keyifli okumalar!
The Filth and the Fury (2000) :
Punk Rock’ın en ikonik gruplarından biri olan Sex Pistols’ün hikâyesini, İngiltere’nin Thatcher’a dönemine gidişi ve ülkenin neo-liberalism öncesi vahim haliyle bir arada işleyen belgesel, hayatta kalan grup üyelerinden röportajlar ve 70’li yıllardan birçok arşiv görüntüsüyle rock müzik tarihinin yol ayrımlarından birini içerden gözlemlemeye imkân veriyor. Belgesel, dönemin sosyo-politik, ekonomik şartlarının bir dökümünü sunmasının yanında, aynı zamanda grup içi dinamiklerin grubun geleceğini nasıl etkiledğini, Sid Vicious ve sorunlu karakterinin grup için ne ifade ettiğini de inceliyor.
The Punk Singer (2013) :
Belgesel, ünlü Riot Grrrl grubu Bikini Kills’in vokali ve kurucu üyelerinden biri olan feminist aktivist Kathleen Hanna üzerinden 90’lı yılların başıyla yükselişe geçen Grunge, Riot Grrrl gibi alternatif müzik türlerini inceliyor. The Punk Singer, hayli erkek egemen Rock and Roll dünyasına kadın müzisyenler aracılığıyla tanıştırılan cinsiyet politikasını, feminist muhalif duruşu ve radikal kadın hakları ve varoluşu savunuculuğunu; Kathleen’in politik duruşu, müzisyen kimliği, müzik üretiminin ve performansının cinsiyet diskurlarına karşı mücadelesi, karakter dönüşümü, şahsi geçmişi ve yaşanmışlıklarıyla bir arada işliyor. Belgesel, özellikle 80’li yılların başından itibaren değişmeye başlayan hâkim ideolojiye karşı mücadele yöntemlerinin cinsiyet merkezli yeni muhalif söylemsellikle nasıl değiştiğini ve bunun Amerika’da nasıl bir yansıması olduğunu anlamak açısından harika bir kaynak aynı zamanda.
Gimme Danger (2016) :
Belgesel, Jim Jarmusch’un gelmiş geçmiş en iyi Rock and Roll grubu diyerek yücelttiği The Stooges’a yönetmenin deyişiyle bir aşk mektubu. Çoğunlukla Jim Jarmusch’un Dead Man (1994), Coffee and Cigarettes (2003) gibi filmlerinde rol almış, Only Lovers Left Alive (2013) filminde de çerçevelenmiş bir fotoğrafta karşımıza çıkan grubun vokali Iggy Pop ile Jim Jarmusch’un röportajlarından oluşan Gimme Danger; sade anlatımı, sıra dışı animasyon kullanımı ve bilgi bocalamaktan ziyade grubun orijinalliğini ve Rock and Roll için önemini hissetirmeye çalışmasıyla benzeri yapımlardan ayrılıyor. Jim Jarmusch’un Only Lovers Left Alive’dan sonra çalıştığı ilk yapım olan belgesel, adını da bir The Stooges şarkısından alıyor.
Kill Yr. Idols (2004) :
Belgesel, 1970’li yılların sonuna doğru New York City’de, küçük bir bölgede ortaya çıkmış olan No Wave adlı bir müzik sahnesini, onun müzisyenlerini ve onların izlerini takip eden diğer müzisyenleri anlatıyor. Kill Yr. Idols, çok zengin bir üretim, kaynaşma ve fikir alışveriş erime potası olan şehrin bu niş müzik sahnesine dair günümüze değin yapılmış tek etraflı belgesel konumunda. No Wave sahnesini yapan müzisyenlerden görece yeni müzisyenlere kadar uzanan geniş bir insan grubuyla röportaj yapan Kill Yr. Idols, müziklerine dahi ulaşımın zor olduğu bir sahneyi hem tarihsel hem de şehirsel anlamda aydınlatıyor.
Synth Britannia (2009) :
1970’li yılların sonuna doğru İngiltere’de ortaya çıkan, Rock and Roll müziğinin konvansiyonel enstrüman yapısından ve kompozisyon biçimlerinden uzaklaşıp, müzik yapımına elektronik uzamları getirmeye başlayan birçok müzisyen ve müzik grubunun öncülük ettiği Synth (Synethesizer) devrimini anlatan belgesel, müzik deneyiminin en radikal dönüşümlerinden birinin dökümasyonunu yapıyor. Bir BBC 4 yapımı olan Synth Britannia, görece kısa süresi ve düşük bütçesiyle belgeselden çok hayli uzun ve derinlikli bir haber bülteni gibi dursa da, synth devriminin tarihini, sürecini ve ardıl müziğe bıraktığı mirası etraflıca incelemeyi başarıyor.
Krautrock: The Rebirth Of Germany (2009) :
Bir başka BBC 4 yapımı olan belgesel, İkinci Dünya Savaş’ı sonrası Alman neslinin yakın geçmişin Nazi deneyimiyle birlikte apolitik olmaya yönlenmesine değiniyor. Yeni Alman gençliği, bir parçası olmadıkları halde Nazi Almanya’sının gölgesini üzerlerinde hissetmeleriyle içine çekildikleri pastoral izolasyonda müziğin nasıl bir işlevsellikle kullanıldığını, müzik yapımının ve onunla yapılan deneyimlerin politik tarihle olan ilişkisinin resmi haline geliyor. En basit anlamıyla, savaş sonrası zamanın Alman müzisyenlerinin müziği bir kaçış olarak değerlendirdiğinin altını çizen Krautrock: The Rebirth of Germany, müzisyenlerin bu ‘kaçışı’ mümkün kılabilmek için psikedelik ve ambient tınıları alternatif bir evren yaratabilmek noktasında nasıl inşa ettiğini inceliyor ve Almanya’nın yalnızca endüstriyel anlamda değil, müzik üretimi anlamında da kendini nasıl yeniden yarattığını tartışmaya açıyor.
Joy Division (2007) :
Ünlü Post-Punk grubu Joy Divison’un kuruluş öncesine, sonrasına ve ardıl grubu New Order’a dair kronolojik bir bakış imkânı sunan belgesel, aynı zamanda geç 70’ler Manchester şehrinin çökmekte olan kent hayatına dair de bilgiler içererek grupla özdeşleşen karanlık ve depresif müzikalitenin şehir yaşam alanıyla ilişkisini tartışmaya açıyor. Grubun soğuk ve uzaysı sesli, epilepsi hastası ve müzikal atmosferin mimarı olduğu iddia edilen Ian Curtis’in hayatına, sağlık ve ilişkisel problemlerine de yer veren belgesel, Joy Division’ı fenomen haline getiren grup üyelerinden albümü çıkaran plak şirketi sahibine ve ses mühendisine kadar herkese kulak veriyor.
Autoluminiscent: Rowland S. Howard (2011) :
Belgesel, adından da anlaşılacağı üzere, daha önceden Nick Cave ile The Birthday Party adlı grupta çalmış, Nick Cave ile yolları ayrılınca These Immortal Souls, Crime & the City Solution gibi yan projelere geçmiş ve ardından solo bir kariyere devam etmiş Avustralya’lı müzisyen Rowland S. Howard’ın hikâyesini anlatıyor. Autoluminiscent: Rowland S. Howard, bu yazıda listelenen ve bir müzisyenin ön planda tutulduğu yapımlardan farklı olarak dikkatinin neredeyse tamamını Rowland S. Howard’a yöneltiyor ve onu müzisyen arkadaşlarından, gruplarından görece soyutluyor. 2009 yılında hayatını kaybeden Howard’ın hayatını bir bütünlükle ele alan yapım, aynı zamanda müzisyenin sorunlu karakterine ve ilişkilerine de ışık tutuyor ve kronolojik anlatımı ve detaycılığıyla Rowland S. Howard’ın etraflı bir profilini oluşturabilmemize yardımcı oluyor.