Bağımsız sinemanın tanımı, yalnızca konu itibariyle özerk bir konuma yerleşen eserleri kapsamaz. Zaman, mekân ve isimler de bu tanımın içinde silinir. Ancak böylelikle eser, tüm sıfatlardan ari bir kimlik kazanır ve “birilerine” değil, “herkese” hitap edebilir. Türkiye’de 2000’li yıllardan sonra güçlü örneklerini görmeye başladığımız bağımsız sinema, son on yılda özgün isimleri, dünya sineması çerçevesine taşıyor. Bu isimlerden biri olan Emin Alper’le kendi bağımsız sinemasının hikâyesini konuştuk.
Her sanat eserinin, sanatçının yeteneği olduğu kadar çalışma prensibiyle de bir karakter edindiğine inanırım. Peki, söyleşiye eserlerinizden önce bizzat sizden başlayacak olursak, Emin Alper nasıl çalışır? Senaryo yazmak üzere kalemi ne zamanlar, hangi hislerle eline alır? Çalışma mekânı olarak nereleri tercihler eder? Bu süreçte anlık ilhamlar mı daha çok etkilidir, uzun vadeli planlamalar mı?
Genelde hikâye üzerine ön çalışmalarını kafasında yapan biriyim. Bir hikâyenin ortaya çıkışı, dallanıp budaklanması süreci ve en nihayetinde bir şekle bürünmesi öncelikle kafamda oluyor. Uzun süre kafamda döndürdüğüm fikirler bazen otobüste ya da vapurda bazense evde yatakta tavana bakarken olgunlaşıyor. Bu süreçte anlık ilhamlar kadar, hatta belki ondan daha fazla, zahmetli düşünce egzersizleri hikâyeyi ilerletmemi sağlıyor. Ne zamanki kafamda taşıyıp durduğum hikâye bir senaryo iskeletine dönecek kadar olgunlaşıyor, o zaman senaryoyu yazmaya oturuyorum. Önce kafamdakiler uçmasın diye bir tretman karalayıp her şeyi tretmana döküyorum, ardından da senaryoya başlıyorum. Çalışma mekânım her zaman evimdeki odam.
Türkiye’de hemen her yönetmenin uğradığı kader çizgisi gibi sizin de eğitim hayatınız, sinemadan farklı bir yolla başladı. Daha sonra sinemaya olan bu yöneliş nasıl gerçekleşti? İlk senaryonuz, içinizde nasıl şekil aldı? Ve bu süreçlerde akademik kariyerinizden nasıl beslendiniz?
Aslında benim sinemaya olan ilgim akademik kariyerimden çok daha önce başladı. Üniversiteye ilk geldiğimde bir sene kadar tiyatroyla uğraştım. Zaten üniversiteye gelirken de kafamda eğitimini gördüğüm alandan ziyade tiyatro, edebiyat yahut sinemayla meşgul olmak vardı. Yani Boğaziçi İktisat’ta okuyordum ama daha ilk yıllardan itibaren bir anlatı sanatıyla ilgilenmeyi kafaya koymuştum. İkinci sene sinema kulübüne girdim ve kesin olarak sinema üzerine yoğunlaşmaya karar verdim. İlk senaryo denemelerimi de bu yaşlarda yaptım. Akademiye girişim aslında iş hayatına girmemek için bulduğum bir yoldu. Üniversite bitti ve önümdeki tek alternatif gibi duran şirket hayatına girmemek için yüksek lisansa başladım. Okumayı çok sevdiğim ve sosyal bilimlere de meraklı olduğum için yüksek lisans ve doktora yıllarım da oldukça sorunsuz ve entelektüel açıdan da doyurucu geçti. Bu yıllarda asistanlığa başlayarak akademik kariyerimi sürdürdüm ama ilk aşkım sinema hep beni bir yandan dürtmeye devam etti.
Abluka, zamansızlığı ve isimsizliğiyle özellikle evrensel bir temsile hitap ediyor. Ancak karakterler, Türkiye gerçeklerinden kopamayacak kadar mecbur bu çerçeveye. Buradan hareketle Abluka’yı bugünün gündemine uyarlasaydık neler değişirdi? Yahut bir değişim olur muydu? Bugünün “abluka”ları sizce nedir?
Galiba bugün yapsam Abluka’yı, senaryoda pek bir şey değiştirmezdim. O zaman bazıları siyasal bağlamın muğlaklığını, örneğin mahalledeki örgütün isminin belli olmaması, ne için savaştıklarının anlatılmaması gibi kimi noktaları eleştirmişti. Oysa tam da kaçmak istediğim şeydi bu. Filme evrenselliğini katan, hikâyenin Filistin, Latin Amerika ya da İstanbul’da geçebilecek bir hikâye olarak okunabilmesini sağlayan şey siyaseten dar ve spesifik tanımlardan ve isimlendirmelerden kaçınmasıydı. Nitekim bugün geriye dönüp baktığımda bu kararın doğruluğunu teyit edebilirim. Filmi yaptığım tarihten bugüne ülkemizde devletin düşman olarak tanımladıklarının sayısı çok ciddi bir biçimde arttı. İsimler değişti, örgütler değişti belki ama mekânizma daha da öğütücü ve korkutucu bir biçimde çalışmaya devam etti. Dahası o “düşmanları” tespit etme arayışında adalet ve hukuka değil, tıpkı filmde tasvir ettiğimiz dünyada olduğu gibi, muhbirlere ve keyfi cezalandırmalara giderek daha çok bel bağlanmaya başlandı. Dört beş yıl öncesine göre hepimiz daha sert ve giderek daralan ablukaların içinde yaşamak zorunda bırakıldık. Kısacası Abluka filmi belki de bugün çekildiği zamana göre daha gerçekçi bir hikâye anlatıyor.
Çok katmanlı bir sembolik yapı, “Emin Alper üslubu” olarak nitelendirebileceğimiz bir özellik diyebiliriz. Peki, senaryo metnini oluşturma aşamasında metaforlar mı kurguya bürünüyor; yoksa kurgu ilerlerken metaforlar, içlerinde mi şekil alıyor?
Kesinlikle ikincisi. Her zaman hikâye ve hikâye kurgusu beni motive ediyor. Hep bir hikâye tasarlayarak işe başlıyorum. Zamanla bazı hikâyeler bende yarattığı heyecanı kaybediyor. Bazılarınınki ise kalıcı oluyor. Geriye dönüp baktığımda kalıcı olanların kendi içinde taşıdıkları anlamlar dışında başka hikâyelere, başka durumlara ve evrensel temalara göndermeler yapan hikâyeler olduğunu anlıyorum. Bir başka deyişle zihnimde dolaşan hikâyeler arasında metaforlar içerenler bende daha derin izler bırakıyor ve onu filme çekmek konusunda beni daha çok motive ediyor. Aslında bunun illa metafor olması gerekmiyor. Anlatılan bir duygu durumu, ya da bir hal filmde hikâye edilen karakterlerin dışında da birilerine bir şey ifade edebilmeli ki bu hikâye anlatmaya değer olsun diye düşünüyorum. Örneğin beslemelik hikâyesini anlatırken anlattığım duygu durumu salt dar anlamda “beslemelik” diye tanımlanan bir uygulamanın sınırları içinde kalmamalı ve toplumsal eşitsizliğe, çaresizlik hissine dair de bir şeyler söyleyebilmeli, perdede temsil edilen karakterlerden taşarak evrenselleşebilmeli. Kafamdaki hikâyeler böyle bir noktaya evrildikçe daha çok tatmin oluyorum.
Yapımlarınız, insanı ve insanî olanı evrensel bir çerçevede yansıtmasıyla doğal olarak yankısını bu kadar geniş bir kitlede buluyor. Ancak yoğun içeriklerini, katmanlı yapılarını ve farklı disiplinlere yaptıkları göndermeleri anlamak, onlara tutarlı yorumlar getirebilmek için bir entelektüel altyapı gerektirdiklerini de ima ediyorlar bir taraftan. Bu anlamda Emin Alper izleyicisi neler okumalı, neler izlemeli, filmlerin sembollerini hangi alanlarda aramalı?
İzleyicime şunları bunları okuyun demek haddimi aşar. Ayrıca kesinlikle izleyici kitlemi “entelektüeller” olarak tanımlamak ve daraltmak da istemem. Nitekim sanatsal yapıtların alımlanması her zaman okuduklarımız kadar deneyimlediklerimizle de hayatta neyi mesele olarak gördüğümüzle de çok yakından ilişkili. Filmlerimle ilgili seyircilerle konuşurken ve tartışırken zaman zaman onların pek çok “entelektüel” izleyiciye hiçbir şey ifade etmediğini gördüğüm gibi kimi zaman şaşırtıcı bir biçimde “sıradan izleyici” diye tanımlayabileceğimiz insanlardan müthiş heyecanlı tepkiler geldiğine şahit oldum. Tabi ki sinema dilim ve hikâyelerim öncelikli olarak “sanat sineması” izleyicisini hedefliyor ve bu da tanımı gereği seyirci kitlemi büyük ölçüde entelektüellerden ibaret kılıyor; ancak ele aldığım meseleler ve onları işleyiş biçimim bazı okumuş insanlara hiç hitap etmezken bazen “sanat sineması” seyircisi olmayan kişileri cezbedebiliyor. Yine de bir “ideal” kitle tanımı yapmam gerekirse kabaca kendim gibi insanlara daha çok ulaştığımı söyleyebilirim. Meseleleri olan ve bu yakıcı meseleleri sanat yapıtlarında görmek isteyen, edebiyat seven, ama özellikle ince dokunmuş, psikolojik derinliği olan, hayata dair çok katmanlı yorumlar sunabilen hikâyeler barındırdığı için edebiyatı seven, hayat ve insana dair evrensel sorular sormaktan hoşlanan, politikaya kayıtsız kalmayan, var olan sanat sinemasını fazla sessiz ve meraksız ve de dolayısıyla birazcık yüzeysel bulan insanlar.
Filmleriniz arasında özdeşleştiğiniz, bir nebze de olsa kendinizi yansıttığınız veya kendinizi bulduğunuz bir karakter var mı? Hangi yönleriyle bu yansımayı buluyorsunuz?
Hikâyelerinde nispeten kişisel dünyasını daha az yansıtan bir yönetmenim. Otobiyografik öğeler hikâyelerimde hep var ama çok arka planda ya da çok fazla kılık değiştirmiş olarak. Bu anlamda karakterlerime bir mesafem var. Ama beylik bir cevap olsa da şunu söyleyebilirim ki hemen her karakterde kendimden ve yakın çevremde gözlemlediğim insanlardan bir şeyler vardır.
Eserleriniz, gerek Rus edebiyatından Chekov, gerekse kendi edebiyatımızdan Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal gibi kalemlerin esintilerini görüntüye taşıyor. Bu yönleriyle zengin ve bir o kadar katmanlı bir edebi içeriğe de sahipler aynı zamanda. Peki, beyazperde aşamasına geçmeden salt edebi bir yapıt ortaya koyma niyetiniz veya girişiminiz oldu mu?
Bunu çok düşünmüş olsam da hiç niyetlenmedim. Gençlik yıllarımdan beri sinemacı olmayı kafaya koyduğumdan, bir hikâye üretirken hep sinemacı gibi düşünmeye koşullandırmışım kendimi. İlk filmlerimi yaptıktan sonra sinemanın beni tam anlamıyla tatmin etmeyeceği, edemeyeceğine dair bir karamsarlık gelişti içimde. Ve o noktadan itibaren daha ciddi bir biçimde kendime “acaba bir roman mı yazmalıyım?” diye sordum durdum. Ancak birkaç düşünce egzersizi yaptıktan sonra, yukarıda söylediğim gibi hikâyemi cümlelerle değil görüntülerle düşünmeye alıştığımı ve öbür türlüsünü tam manasıyla öğrenmem için kendimi ciddi bir eğitimden geçirmem gerektiğini fark ettim. O noktadan sonra da açıkçası gözüm korktu biraz.
Başarılı sinema yapımlarının ardından son dönemde girdiğiniz dizi sektöründe yine bağımsız türe hitap eder nitelikteki Alef’le izliyoruz sizi. Bu sefer senaristlik kimliğinden bütünüyle olmasa da sıyrılıp yönetmen koltuğuna oturuyorsunuz. Bu iki ayrı kimliğin kendi içlerindeki zorluklar ve tercih ettiğiniz yönleri neler?
İlk kez sadece yönetmen olarak bir projeye başlarken kafamda çeşitli soru işaretleri vardı. Aslında biraz da bu soruların cevaplarını bulmak için soyundum bu işe. Sadece yönetmen olmanın hem rahatlatıcı bir yönü hem de sorumluluğunuzu arttırıcı bir yönü var. Rahatlatıcı yanının başında projeye dair sorumluluğun ikiye bölünmüş olması geliyor. Kendi hikâyenizi yazıp yönettiğiniz zaman bütün projeden siz sorumlu oluyorsunuz. Kaçacak yeriniz yok. Sadece yönettiğiniz zaman ise hikâyenin sorumluluğundan kendinizi bir nebze olsun sıyırabiliyorsunuz. Ama bazen tam aksine bu durum sizin yükünüzü ciddi oranda arttırabiliyor. Yazılanı en iyi şekilde nasıl yansıtırım? Nasıl sahneyi yukarı çıkarabilirim? Acaba sahneyi öyle değil de böyle mi yorumlasam daha iyi olurdu gibi sorular bazen omuzlarınıza bütün ağırlığıyla çöküyor. Sizin yazdığınız bir işte ise sahnelerken “benden başka kimse bu sahneyi doğru yorumlayamaz” fikri hep yanı başınızda olduğundan bu fikir yönetmen olarak sizi rahatlatabiliyor.
Alef’in senaryosunu baştan sona kendiniz kurgulasaydınız neleri değiştirirdiniz? Her bölümü şekillendirirken öncelikli olarak hedef kitleyi mi gözetirdiniz, yoksa kendi üslubunuz ve çizginiz üzerinden mi ilerlerdiniz?
Bu zor bir soru. Tabi ki dizi dediğimiz medyum çok daha geniş bir kitleye hitap ediyor. Eğer kendim yazsaydım istesem de istemesem de hedef kitleyi belli bir ölçüde gözetmek zorunda kalırdım tabi ki. Çünkü tanımı gereği bağımsız bir dizi sektörü yok. Dizide her zaman yapımcıya, kanala ve onların seyirci talebine bir ölçüde bağımlısınız. Dizi yapmanın ilginç kısmı kendinizden taviz vermeden ve kafanızdaki estetik kaliteyi düşürmeden ne kadar geniş kitlelere hitap edebilirim sorusuna cevap bulmak olabilir. Yönetmen olarak bunu belli bir ölçüde yapmak mümkün olsa da yazar olarak bu hedefe ulaşmak çok zor. Dünyada da gerçekten bunu yapabilmiş hem geniş kitlenin hem de sanat severlerin hayranlığını kazanabilmiş dizi sayısı iki elin parmağını geçmeyecek kadar az. Dolayısıyla dizi yazmaya girişmezdim herhalde. Girişsem de bu işe çok ama çok emek vermem gerektiğini bilir ve ona göre hareket ederdim.
Eserlerinizle Türk sinemasına, katılımınızla da platformumuza destek verdiğiniz için tüm ekibimiz adına tekrar teşekkür ederim! Dünya sinemasına adını yazdıracak daha nice eserlerinizi izlemek dileğiyle…