Dondurmam Gaymak (2006) ve Entelköy Efeköy’e Karşı (2011) filmlerinin yönetmeni Yüksel Aksu’yla son filmi İftarlık Gazoz hakkında konuştuk. Mahalle kültüründen, arastanın yok oluşuna; Cem Yılmaz’la çalışma serüveninden, Türk komedisinin yaşadığı değişime kadar birçok konuyu konuştuk. Sosyolojik çıkarımlarla ve sinema sektörüne dair detaylarla dolu bir söyleşi oldu. Umarım film kadar söyleşi de nefsinizi gıdıklar…
İftarlık Gazoz Ramazan Ayı’nda geçen bir film. Kısaca filmin konusunu anlatabilir misiniz? Seyirciyi nasıl bir film bekliyor?
Film, küçük bir çocuğun Ramazan Ayı’nda anneden, babadan, ustadan, herkesten gizli oruç tutmaya niyet etmesiyle başlıyor. Fakat niyet ettiği gün, orucu bilerek bozarsa 61 gün kefareti olduğunu öğreniyor. İşte şimdi yandık duygusuyla kreşendo yani gerilim başlıyor. Bir yandan gazoz satıyor, bir taraftan sahilde bikinili kadınlar, bir taraftan çaya, mangala davet edenler derken sanki koca bir kasaba sözleşmişçesine Adem’in orucunu bozmak için çabalıyor. Ama tabi kimse onun oruçlu olduğunu bilmiyor. Bunun üzerine kurulu nefs terbiyesi, insan iradesi, inanma, saf inanç, tanrı – çocuk, çocuk ve Allah üzerinden 70’li yılların sosyolojisi, siyasal çalkantıları, karnavalesk dünyası, yazlık sinemaları, kahvehane muhabbetleri, topluca maç izlemeler, hep beraber teravihe gitmeler, teravih çıkışı oralet içmeler, muhabbetler, muhabbetler, muhabbetler…Ve finale doğru, “Çocuk orucunu bozacak mı, bozmayacak mı?” sorusu… Seyirci gelecek, izleyecek, orucu bozdu mu, bozmadı mı görecek. Bir de çok hüzünlü, sürpriz bir finalimiz var. Seyirci, sürpriz finali öğrenmek için de bilet alacak, gelecek ve öğrenecek.
Dondurmam Gaymak’ta alt metin olarak kapitalist, globalleşen dünyaya bir gönderme vardı. Küçük esnafın büyük sermayeler karşısında nasıl yok olduğu, nasıl onlarla başa çıkamadığına dair. İftarlık Gazoz’da da böyle bir alt metin var mı?
Sosyolojik, sosyoekonomik ya da sosyopolitik arka yapısı şu; Dondurmam Gaymak’taki gibi büyük sermaye karşısında küçük üretici esnafın yok oluşu. Burada büyük kola kartelleri, büyük sermaye tarafından, küçük gazoz üreticilerinin, imalatçıların yok oluşu. Pazarlama ağı, ulaşım ağı, perakende ve toptan bayilik ağı gelişince küçük gazoz imalatçıları piyasada tutunamadı, yok oldu. Filmin sosyolojisi bu ama Dondurmam Gaymak kadar baskın bir sosyoloji değil bu, sadece antre yapıyor. Dondurmacı baştan sona kapitalizm karşısında globalleşmeye karşı hezeyanlarını anlatıyordu. Burada globalleşmeye karşı hezeyanlar, acılar, trajediler yok. İftarlık Gazoz’da çabucak Ramazan’a geliyoruz. Daha çok inanma, müminlik, inanç, teoloji, teleoloji yani gelecek tasarımı. 11 yaşında bir çocuğun oruç tutma arzusu. Bununda geldiği nokta; Adem çocuğun adı, bir vaazda “Adem olmak insan olmaktır, mesuliyet bilinci gerektirir.” söylemi onu çok etkiliyor. O inançtan daha sonra bir siyasal inanca geçen dönüşümü anlatıyoruz. Yani filmin asıl meselesi temizlik, inanç ve onun o mahalle kültürü içerisinde 70’li yıllarda yaşadıkları. 70’li yılları biliyorsun, gelenekle popüler kültürün iç içe geçtiği ve giderek geleneğin gerileyip popüler kültürün artmaya başladığı dönemlerdir. Bir taraftan Anadolu Rock parçaları çaldım, bir yandan Ali Ekber Çiçek çaldım; bir taraftan maniler söylüyorlar, bir taraftan da Dünya Kupası maçları izliyorlar. Topluca seyir ve yaşama kültürünü anlatıyor film. Söylediğin gibi mahalleler artık sitelere terk edildi. Siteler, site-mahalle değil, büyükçe bir otel. Ben sitelerde çocuk parkı görmüyorum, görsem de çok dümenden. Siteyi girişteki iki tane güvenlik görevlisi koruyor. Mahallede güvenlikle alakalı bir şey yapılmaz. Mahalle topluca kendisinin bekçisidir. Kaldı ki korumaya da çocuk parkına da gerek yoktur, her yer parktır. Sokağın kendisi minyatür kale maç yapacağın yerdir. Mesela AVM. Komple AVM karşıtı değilim. Kışın yağmursuz, çamursuz, yazın serin serin güzel oluyor da kapıda yoksulları almıyorlar ya ben o konuda sıkıntılıyım. Bir evsiz içeri girip pilav yiyemiyor ya o zaman olmuyor işte. Mesela AVM’de şudur; esnaf yan yanadır ama muhabbet yoktur. Arastanın ortası ise tiyatral alandır. Arastada ayakkabıcıyla berber karşılıklı birbiriyle atışır. Arastanın ortasında, bir kitle iletişim aracı olarak kahveci dolaşır. O dönemin interneti, kahveci ve berberlerdir. Magazinde berberler, muhtelif şeylerde kahveciler, siyasal haberlerde terziler. O meydan iletişim alanı, aynı zamanda bir karnaval alandır. Meydanın ruhu vardır. AVM ve sitelerde ruh yok.
Ülkemizde, insanların birbirlerine tahammüllerinin olmaması, karşıt bir düşünce içinde olanın neredeyse yok edilme isteğiyle dolu olmasında, meydan, mahalle gibi etkili iletişim alanlarının yok olmasının etkisinin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz ama şuna da dikkat etmek lazım; sürekli bir nostalji saplantısı, – di’li geçmiş kutsaması yapmamak lazım. Geçmişte de it kopuk vardı, kavga vardı ama bunların bir tadı vardı. Bana de ki; “Oscar, Cannes film festivali mi, kadın kavgası mı?” Kendi filmim olsun bırakırım. Camdan cama iki mahalle kadınının kavgası kadar, küslüğü kadar seyirlik bir şey yok. Hele hele o işin içine bir de bohçacıyla pazarlık girerse, tadından yenmez. O insan temasının, en azından ben öyle düşünüyorum, lezzeti vardı. Birbirimize tahammül edememe konusuna gelirsek, mesela köylerde saz çalan yok, bilmece soranlar yok. Eskiden şişman köylü göremezdin, şimdi zayıf köylü göremiyorsun. Çünkü oduna gitmiyor, tarım bitmiş tarlaya gitmiyor. Bir de makarna kırarlarken biberleri ipe dizerlerken fasulye toplarlarken toplu spor gibi oluyordu. Şimdi televizyonun karşısında öylece oturuyorlar. Maalesef kitle iletişim aracı denen şey, aynı zamanda kitle iletişimsizliğini yarattı. Oturuyorlar ve sadece televizyon seyrediyorlar. Dolayısıyla, kitle iletişim araçları yabancılaşma yarattı. Genel olarak iletişimsizliği televizyon ve kitle iletişim araçlarına bağlıyorum.
Türk Sineması’nın en çok izlenen beş filminden dördü komedi filmleri. Yeşilçam’dan bugüne komedi anlayışı çok değişti. Eskiden az da olsa toplumsal sorunlara değinilirdi. Şimdi ise sadece güldürme üzerine kurulu komedi filmleri yapılıyor. Alt metni yok, küfür haddinden fazla. Bu dönüşümü neye bağlıyorsunuz?
Meslektaşlarımın ne yaptıklarıyla ilgili fikirlerim, gözlemlerim var. Yaptıklarına da saygı duyuyorum. Sadece gülmek, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için film yapılabilir, yapılmalıdır da. Çünkü hoşça vakit geçirmek çok kıymetli bir şey. Gülmek ve güldürebilmek, ne şekilde olursa olsun çok kıymetli bir şey. Göbeğini oynatıyorsun, ter atıyorsun, stres atıyorsun. Fakat ben öyle değilim. Benim geldiğim meşrep, Atıf Yılmaz, Yavuz Turgul, Nasreddin Hoca geleneği. Dediğin gibi son dönem sadece güldürme üzerine kurulu ve bunlar bana çok yakın şeyler değil. Bu türdeki filmleri de izliyorum ve saygı duyuyorum ama gülmece kendi içinde felsefi bir eylem. Bana göre kahkaha bir protesto biçimidir. Bir adamı, bir kere komik duruma düşürdün mü, bir daha o hareketi yapmaz ama dayak yediği zaman yapabilir. Madara duruma düşmek dediğimiz durum yani. Komedi çok derinlikli bir şey. Mesela Nasreddin Hoca’nın ufak bir hikayesini anlatayım. Timur, köylüye bir fil armağan ediyor. Köylü ne yaparsa yapsın fili doyuramıyor. Ellerinde ne buğday kalıyor, ne başka bir şey. Ne yapalım, ne edelim Timur’a gidelim bu fili bizden alsın diye kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar. Nasreddin Hoca’yı da gazlıyorlar. Düşün hocam önümüze gidelim, Timur’a derdimizi anlatalım, bu fili bizden alsın diyorlar. Vara vara varıyorlar, yol boyu arkada herkes kaçmış, yan çizmiş. Kala kala tek başına kalıyor Timur’un karşısında Nasreddin Hoca. Bakıyor ki arkada kimse kalmamış. Timur’a diyor ki; bize bir fil az geliyor padişahım, bir fil daha verir misiniz? Köylü de istiyor diye ikinci fili alıyor. Bu neyi anlatıyor? O döneminin toplumunun ne kadar riyakâr, yozlaşmış olduğunu anlatıyor. Toplumu hiciv ediyor. Şimdi ben, bir şeyi hiciv etmekten keyif alıyorum. Eğer birilerini güldürmek istiyorsak 1 milyon dolar, 2 milyon dolar para harcamak yerine, birbirimizi gıdıklayalım daha iyi. Hem masrafı yok, hem stres atarız. Mutlaka bir içeriği olması lazım. Duygu tecrübesi, zihin tecrübesi yaşatması lazım. Mesela Chaplin’in Asri Zamanlar (1936)’ı kadar emekçilerin, otomasyonun, yabancılaşmanın daha büyük filozofisi olabilir mi? Ve bunu gülerek yapıyorsun. Gülmek için sinema yapmaya gerek yok. Yatıralım birbirimizi gıdıklayalım. Bu köylerde çok olurdu, meydanda. Şapka bir tarafa, ayakkabı bir tarafa kıkır kıkır gülünürdü. Çok da güzel olur, masaj gibi gelir. Sadece gülmek, bana o anlamda bir şey ifade etmiyor.
Cem Yılmaz’la bu projede buluşmanız nasıl gerçekleşti? Nasıl karar verdiniz Cem Yılmaz’la çalışmaya? Bir de önceki filmlerinizde amatör oyuncularla da çalışmıştınız. Bu filminizde de aynı durum söz konusu mu?
Cem Yılmaz’la çalışmak nasip, kısmet işi. Karar vermek bir lüks. Hani “Brad Pitt mi, Cem Yılmaz mı?” deseler, bir elin Cem Yılmaz’a gider. Onun mizahıyla benim mizahımın akraba olduğunu düşünüyorum. Cem Yılmaz’ın kendi yazıp yönettiği ya da oynadığı tiplemeler, sosyolojik olarak bana çok yakın geliyor. Mesela Her Şey Çok Güzel Olacak (1998) filminde bir şehir tutunamayanının; çekirdek ailesi dağılmış, mahallesi dağılmış ama bu tutunamama içinde hâlâ bir ümit, bir seyyarlık, bir dolaşma hâli benim çok ilgimi çekmişti. Hakeza Hokkabaz (2006)’ da da aynı durum söz konusu. Hokkabaz’la Dondurmam Gaymak akrandırlar, aynı dönemlerde üretildiler. Orada da İskender ve Maradona’nın sihirbazlık yaparak para kazanma çabasını anlatıyordu. Arkadaş, sizden başka sihirbazlık yapan mı kaldı bu teknolojide, bu illüzyon dünyasında. Sen şapkadan tavşan çıkarsan ne olur, çıkartmasan ne olur. Benim dondurmacıya benziyor. İkisi de tutunamayan. Biri taşra yalnızı, diğeri metropol yalnızı. Sonuçta keder, hüzün evrensel bir şey, bunların sosyolojisi yok. Diğer filmlerinde de oyunculuğunu transfer edip komik bir karakterden çıkıp trajik bir karakteri canlandırması açısından, özel oyunculuklar çıkarması açısından çok beğendiğim bir oyuncuydu. Dondurmam Gaymak’tan beri de Elif Dağdeviren’in hayaliydi bir Cem Yılmaz – Yüksel Aksu filmi. Elif’in bir manada Türk Sineması’na armağanıdır İftarlık Gazoz. Kader kısmet kendisini örüyor aslında. Daha önce Entelköy Efeköy’e Karşı(2011)’da muhtarı oynayacaktı ama Yavuz Turgul’un filmine, Ferzan Özpetek’in filmine angaje olmuştu. Takvimler tutmadı, benim de bir sene daha bekleyecek durumum yoktu, çalışamadık. Bu hikâyeyi yazdığımda bakanlığa başvurdum, aynı anda Cem’e de başvurdum. Bakanlıktan iyi bir puan almıştı. Nuri Bilge’yle iyi de destek aldık. O arada Cem’le bir daha buluştuk ama Cem vazgeçti. Bugünden bakınca aslında vazgeçmekte haklıydı. Çünkü Cem’e önerdiğim rol figürandı. Karakter olmamış, tip gibi. Giriş yapıyor, çıkış yapıyor. Sonra senaryoyu bir daha ele aldım. Bu film bir çocuğun hikâyesi ama eğer çocuğun etrafı yoksa çocuğun karakterini nasıl derinleştireceksin ya da geleceğini nasıl ördüreceksin. Oturdum, dirsek çürüttüm, karakterleştirdim Cibar Usta’yı (Cem Yılmaz). Karakterleştirince Elif Dağdeviren okudu, “Bunda Cem Yılmaz olur” dedi. O arada Elif, senaryoyu Muzaffer Yıldırım’a yani Nulook şirketinin sahibine okutmuş. Onlar da beğenmişler. Toplandık dediler ki; “Nasıl yapmak istiyorsan varız. İster köylüleri oynat, ister kendin oyna. Yap, gel.” Ertesi gün Cem Yılmaz ismi yine ön plana çıktı. Buluştuk tekrar Cem’le “Abi filme gidiyorum. Kendi filmimi çekeceğim ama beklersen seve seve oynarım.” dedi. Senaryoyu götürdüm. “Okumadan da oynarım abi” dedi. Ben de seni ebediyete kadar beklerim dedim. Filmini bitirdi, geldi. Geçen filmde olmadı ama bu filmde böylece birlikte çalışmış olduk.
Peki amatör oyuncularla çekilen sahnelerde zorluk yaşadınız mı? Cem Yılmaz gibi bir starla aynı sahneyi paylaştılar ama deneyimleri yoktu. Bu deneyimsizlik uzun tekrarlara neden oldu mu?
Cem Yılmaz gibi bir starla hayatı boyunca hiç sinemaya gitmemiş bir takım oyuncular yan yana oynadı. Dondurmam Gaymak’ı ben mecburiyetten yapmadım. O zaman bir sürü popüler diziyi çeken bir yönetmendim. Bu bir tercihti. Mehmet Ali Alabora onların oyuncu koçuydu. İstesem Mehmet Ali’yi bir sahne, beş sahne oynatırdım. Dondurmam Gaymak, bir estetik tavırdı benim için. Bu sanat denilen şey, bir grup elitin ve profesyonelin tekelinde olan bir şey değildir, insan oynayan bir varlıktır, isterse oynayabilir. Onlara Hamlet oynatacak halim yok. Kaldı ki Hamlet’i de oynayabilirler de zaman alır. Günün sonunda bana oynayacağı adam Hamlet değil. Berberse berber, terziyse terzi. Dondurmam Gaymak’ta oyuncuların çoğu amatör bile değildi. Amatör; müsamerede, orada burada bir şekilde sahneye çıkan demektir. Dondurmam Gaymak’ta oynayanlarda böyle bir şey söz konusu değildi. İftarlık Gazoz’da ise vites büyütüp ciddi bir sinema starı Cem Yılmaz’ı, Türk tiyatrosunun önemli bir ismi olan Macit Koper’i ve hayatında sinemaya gitmemiş bir teyzeyi aynı sahnede oynattık. Bunların arasında sınıf uçurumu, kültürel uçurum falan yok. Çekimlerde de hiçbir sıkıntı olmadı.
Yeşilçam zamanında sinema sektörü belli prodüktörlerin elindeydi ve dışarıdan prodüktörlerin bu güruha katılması bir hayli zordu. Son zamanlarda artan prodüktörler, daha fazla film üretilmesinde önemli bir etken mi?
Çok önemli değil bence. Prodüksiyon şirketlerinin artmasından ziyade, Türkiye’de şöyle bir sorun var; param var, film yaptırırım kafası var. Bu kafa, çok doğru bir kafa değil. Prodüktörlük çok kreatif bir iş, “Param var yaparım” kafasıyla olacak iş değil. Prodüktörlük şu demek; şu romanı en iyi şekilde bu senaryolaştırır, en iyi de o çeker ama şu bütçelerle diyerek bütün bunları dizayn eden kişi, kurum ve kuruluştur. Bir tek dizayn edip üretmek de değil. Bu işin bir de üretim sonrası var. Elinde film, “nereye gideceğiz? Eş dost evde mi izleyeceğiz?” Salonu var, PR’ı var, festival stratejisi var, var da var. Bana göre malın esas sahibi prodüktördür yani. Yapımcılık, “Parayı verdim git çek” demek değil. Türkiye’de yapımcılık, para biriktirdim, ortam da güzel, karılar kızlar, muhabbet, kadınlardan arada bir tanesini de ısırabilir miyim, öpebilir miyim kafasında oluyor. Şimdi ben bu kafayı ne yapayım. Bana kreatif kafalı prodüktörler lazım.
Seyirciler filmden çıktıklarında eskiye özlem olacak mı? Günümüzle geçmişin karşılaştırmasını yapacaklar mı?
Kırklı, ellili, altmışlı yaşlardaki insanlar gelsin mutlaka. Çok keyif alacaklar. Genç kitle için de dramaturjik önlemlerimi baştan aldım. Bilmedikleri bir tarihsel ahvali, satır aralarında, sahne aralarında enforme olabilecek bir şekilde anlattım. Bu filmi, gençlerin ve çocukların grameriyle yani anlayabilecekleri dille çektim. Dondurmam Gaymak’ı hala izliyorlar. Bu filmi daha fazla izleyecekler. Çünkü bir kere Ramazan’da geçiyor ve genel olarak Türkiye’de ve dünyada yükselen bir muhafazakârlık var. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de bir Ramazan filmi yapılmadı. Teravihler, teravih çıkışları, maç izlemeler, eski yazlık sinemalar, tam Cinema Paradiso(1998) tadında bir film. Çok gülecekler ama cayır cayır ağlayarak çıkacaklar. Bu kadar da iddialı konuşuyorum.
Eskiden (Yeşilçam zamanı) galalar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Sinema – TV merkezinde olur, böylece öğrencilerle, yönetmenler ve oyuncular hem tanışır hem de fikir alış verişinde bulunurdu. Şimdi ise galalar daha çok Kanyon gibi alışveriş merkezlerinde oluyor. Bu değişimi neye bağlıyorsunuz?
Kronolojik gidelim. Mesela biz Kanyon’da yapıyoruz ama aynı zamanda Türkiye’nin 7 bölgesi ve 32 ilinde daha gala yapıyoruz. Nasıl mahalle bitip siteye geçildiyse, film izleme alışkanlıkları da maalesef Kanyon ve benzeri alışveriş merkezlerine kaydı. Bu manada entelektüel kamusal hayatlar bitti. Bu çok üzücü bir şey çünkü entelektüel kamusal hayatların bitmesi, filmleri kuruttu bence. Bana göre hâlâ 1960’lardan 1980’lere kadar çekilen filmleri, bizim kuşağımız aşamadı. Şimdilik aşamayacak gibi de görünüyor. O zamanların jeneriklerine bir bakıyorum. Yılmaz Güney yazmış, Atıf Yılmaz çekiyor. Bir bakıyorsun bir masada Atilla İlhan öbür masada Kemal Tahir, Metin Erksan, Halit Refiğ. İnanılmaz kuramsal şeyler tartışıyorlar ve bunu İtalyan Yeni Gerçekçiliği’yle, Yeni Dalga’yla eş zamanlı yapıyorlar. Ben gençliğimde buna yetiştim ama en başta ne dedik; karnavalesk olan bitti. Meydan bitti yani.
İstanbul Üniversitesi’nde iletişim öğrencilerine ders veriyordunuz. Ders vermeye devam ediyor musunuz?
Periyodik olduğu için çok zor oldu. Çünkü biz bir gidiyoruz, üç ay. Bir kapanıyoruz, beş ay. Dolayısıyla periyodik ders vermek, bizim gibi sanatçılar için çok zor. Biz ancak boş zamanda atölye yapabiliriz. Öbür türlü her hafta dersin var, olmuyor. Onun yerine Muğla’da üç ay atölye açtım. Okuma yazma bilmeyenden bilgisayar mühendisine kadar herkesi topladım, sinema dersleri verdim. Hayallerimden bir tanesi de yaz okulu. Bir koyda ya da ovada, yazın okul kapandığında gelsin çocuklar. Eylül’e kadar, bir tek ben değil en yetkin hocalarla, sinemadan felsefeye, yoğurt yapmaktan keçi gütmeye kadar her şeyi öğretelim istiyorum. Yaşlılığa doğru yapacağız böyle bir şey.
Son olarak benim sormayı unuttuğum ama buna da değinsek iyi olurdu dediğiniz bir şey var mı?
Şuna değinebilirim belki; çok yetenekli oyuncular tesadüf etti. Keşfettim demek küstahlık olur. Öyle böyle bir çocuk değil, (Berat Efe Parlak) 60 yaşında bir kafa, inanılmaz bir tecrübe ama aynı zamanda da çocuk, yani öyle bilmiş çocuk değil. Ümmü gibi, Yılmaz gibi, Okan gibi yepyeni bir oyuncu grubu. Gün Koper mesela hepi topu bir sahne oynadı ama yıkıyor ortalığı. Buradan hepsine teşekkür edebilirim. Seyirciler de izlesinler, eğlensinler, helal etsinler. Eğlenemezlerse de haram etmesinler yeter bana.
Gökçe Pekhamarat