Aynı’nın olanaksızlığı.
Farklı’nın belirsizliği.
Zaman’ın kadersizliği.
Hayat, bu üç bilinmeyeni birbirine denk kılarak örmeye başlar o şeffaf ağını. Bedenlerin özünü oluşturan yapı taşları birbirinin aynısı olsa dahi ömrün dokusunu çizen bu ağın her deseni eşsizdir, tekrarsızdır, biriciktir. Kimi noktalarda ağın iplikleri yakınlaşır, dokunur, kesişir; kimi noktada birbirine katışır, düğüm olur, bütünleşir. Ama ansızın, ama sezdirmeden, ama görünmeden ve şeffaflığını her daim koruyarak. Tasavvuru da tahayyülü kadar zor olan bu doku içinde insan, gözünün izini, erişebildiği her noktaya bırakır.
Böylelikle birbirinden habersiz yaşayan sokak aralarını, o araların kuytularında kalan çatlakları, merdiven boşluklarını, kırık pencereleri birbirine bağlar.
Böylelikle nazarının dokunduğu her ânı heybesinde biriktirerek insanlık tarihiyle başlayan ve yine insanın tarihe yegâne mirası olan uzun soluklu öykünün bir parçası hâline getirir.
Ve böylelikle zamanın uçsuz bucaksızlığına dağılmış an parçaları, birer “anlam” yükünü sırtlanarak kader ağının taşlarını yerine oturtur.
İnsan, hem baş seyircisidir tüm bu sonsuz ve devingen ihtimaller zincirinin, hem de ona bizzat bağlı olduğu bir başrol oyuncusudur. Zaman çarkının ne yöne döndüğünü tayin etmeye çalışadursun zihin, çark hareket ettikçe bu zincirin ucunda kendi bacağından asılır, asılır gider insan.
Müdahale etmek mümkün, hissetmek kolay; ancak bir avuca sığdırıp hükmetmek olanaksızdır bu portreye. Yine de insan kendi eliyle bir benzerini inşa etmiştir demir ağları yere serip; aynı güzergâhta birbirine dokunmanın olanaksızlığını, farklı hatların çizeceği ufukların belirsizliğini ve bir noktadan sonsuzluğa uzanan bu ufukların kadersizliğini en güzel tren yolları anlatır. Tıpkı Amerikalı yönetmen Bobby Garabeidan’ın, 2003 yapımlı kısa filmi Most’ta anlattığı gibi.
Çek Cumhuriyeti’nde gerçekleşir olaylar. Dokuz yaşındaki Lado (Ladislav Ondrej) ile tren yolunda makas değiştirmekle görevli olarak çalışan babası (Vladimir Javorsky), kendi hâllerinde ve neşelerinde sürdürürler hayatlarını. Her istasyonda olduğu gibi burada da ebediyen kesişmeyecek olan raylar, veda sözcükleriyle kutsal kavuşma anlarını bir araya getirerek birbirini tanımayan hayatları kesiştirir. Filmin başlangıcında Lado, babasının kucağında istasyondan geçerken kalkmakta olan bir trenin çevresindeki ayrılık sahnelerine tanık olur. Her bir çift, her grup insan, biraz sonra aynı güzergâhta ilerleyecek farklı bir öyküyü noktalamaktadır. Bu farklılıklar, Lado’nun gözünde ayrıntılı bir şekilde yer edinirken “veda” sözcüğü altında bir araya gelmiş kaderlerin çeşitliliğine vurgu yapılır.
Daha sonraki sahneler, baba ile oğulun arasındaki günlük yaşama yer verir. Yüzündeki açıklayamadığı hüzne rağmen baba, bunu oğluna yansıtmamaya çalışarak daima gülümser, hayatı neşeyle kucaklamaya gayret eder. Ancak Lado’nun, çevresindeki her ayrıntıyı büyük bir iştahla yutan gözlerine karşılık babasının bakışlarında hayata karşı anlamlandıramadığı bir boşluğun olduğu görülür. Bir okul çıkışı evlerine döndükleri sırada Lado, sevgilisi tarafından sokağa atılan bir adamın yalvararak af dilediği teatral bir ânın öyküsüne takılıp kalırken babasının, aynı sahne içinden hiç etkilenmeden geçip gitmesi, bunun bir örneğidir. Keza yine dönüş yolunda bindikleri otobüste Lado, daha önce tren istasyonunda gördüğü bir adamın da aynı otobüste olduğunu fark ederek dikkatle adamı incelemeye, bakışlarıyla ve duyduklarıyla kendi içinde adamın öyküsünü tamamlamaya koyulur. Bu sahnelerle birlikte Lado, birbiriyle ilgisiz gibi görünen, farklı mekân ve koşullardan gelmiş insanlar arasında sessizce bağ kuran bir “köprü” oluşturur adeta. Nitekim filmin Türkçeye Köprü olarak çevirisi de aynı metafor üzerinden yapılmıştır. Lado’nun gözlerinde kurulan bu köprü, filmin başından sonuna kadar kadraja dâhil olan hemen her hayatı bir şekilde kesiştirmekte, aralarında dolaylı da olsa bir bağlantı kurmaktadır. Köprünün anlatmak istediğiyse hiçbir hayatın ve kaderin, birbirinden bütünüyle bağımsız olamayacağı, bizzat içinde bulunan kişiler tarafından bilinmese dahi birbirlerini etkileyen yahut kapsayan/dâhil olan noktalarının bulunduğudur.
Lado, birbirini tanımayan karakterler arasında böyle bir bağ kuradursun, filmin tema’sını oluşturan kader de fark edilmeden kurulan köprülerin, yine gizliden gizliye işleyen paralel bir düzenle yıkılabileceğini gösterir. Bu noktaya kadar Lado’nun bakışlarını merkeze alan sahneler, filmin en kritik ânına, kurduğu köprülerin ruhu bile duymadan, bizzat bir köprü metaforunu temsil eden Lado’nun yıkılış sahnesine götürür bizi. Bir gün babasıyla beraber makas değiştirme noktasına gitmek ister Lado. Babası başta buna sıcak bakmasa da Lado’yu kıramaz ve onu da yanında götürür. Ne var ki babasının meşgul olduğu bir sırada raylarda yaklaşan sesi işiten Lado, vaktinden erken gelen treni, bununla birlikte trenin güzergâhı üzerinde yer alan köprünün yukarı kaldırılmış olduğunu fark eder. Babasına seslenir, ancak onu duyan kimse olmaz. Ve Lado, yaklaşan trenin güvenle geçebilmesi için köprüyü hareket ettiren düzeneğe koşar, eliyle sistemdeki çarkları yerinden oynatmaya çalışırken babasının gözleri önünde aniden dev gibi dişlilerin arasına düşer. Çocuk gözden yitmiştir bir kere, köprü ise hâlâ havadadır ve onlarca kişiyi taşıyan tren hızla yaklaşmaktadır. Durumu anlayan ve gördükleri karşısında kan donduran bir dehşetin içine düşen babanın önünde iki seçenek vardır: trenin raylardan çıkmasını göze alarak koşup Lado’yu sıkıştığı çarkların arasından kurtarmak veya elinin altındaki kolu indirerek oğlunu dişlilerin arasında ezme pahasına tek hamlede köprüyü hareket ettirmek. Ölüm, her iki seçeneğe de eşit uzaklıkta ve kaçınılmazdır, tıpkı birbirine paralel ilerleyen raylar gibi. Bir babanın duyabileceği acı, çaresizlik, kadere yakarış, inanamama, varlığı ve zamanı inkâr ediş… Tarifsiz bir duygu fırtınası, Ladislav Ondrej’in hayran bırakan oyunculuğuyla yüzündeki tek bir ifadede can bulur bu sahnede. Baba, trendeki her bir nefes adına uzun ve derin bir soluk alır; o tek solukta oğlunun nefesini kesecek kararı vermiştir, kendi canını dişlilerin arasına koyarak köprüyü aşağı indirir. Trendekiler her şeyden habersiz, bambaşka hayatlara, öykülere doğru yol alır. Gelip geçen pencereden bakan donuk gözler, aşağıda acıyla çırpınan bir adamın çaresizliğine nazar edince ürperir, gördükleri acının heybetinden korkarak kovuklarına çekilir. Vagonlarda ilerleyen bu gözlerse Lado’nun tren istasyonunda her birine ayrı ayrı dikkatle baktığı ve hafızasına kazıdığı çehrelerden başkasına ait değildir.
Aldığımız her solukta bizi kendi sonumuza yaklaştıran kader, bir yandan da başka canların ömürlerini doğrudan ellerimize tutuşturuverir kimi zaman. Babanın yalnızca saniyeler içinde vermesi gereken bu karar, çoğunluğu kurtarmak adına tek bir ferdi feda etmeyi göze alabilen etik ile o tek kişi uğruna diğer canları görmezden gelmeyi göze alan egoyu birbirine paralel iki uca yerleştirir böylelikle. Ortasından aralıksız, duraksız akan zaman geçer bu yolun; kaderin içinde zamana katışmış olan insan, ilerleyebilmek için iki uçtan birini tercih etmek zorundadır. Paralel çizgiler hiçbir noktada kesişemeyeceği, dolayısıyla da bu iki uçlu tercihte her iki seçenek birden uygulanamayacağı için arada kıvılcım saçan bir gerilim oluşur. Bu kez vicdan alev alırken bir uca doğru elini uzatır insan, diğer uca gözyaşını bırakır. Ve tercihler ne olursa olsun çarklar durmadan döner, döner, döner…
Son derece çarpıcı ve bir o kadar da sorgulayıcı olan bu sahnede babanın isyan ve boyun eğişi aynı anda yansıttığı bakışları, yapmak zorunda olduğu tercihe mi haykırmaktadır, yoksa bir tercih yapmak zorunda kalışına mı? Bu iki uçtan hangisinin yükü, vicdanı daha çok ezer?
Her şeye rağmen yönetmen ve senarist Garabeidan’ın kaderci tutumu, filmin son sahnesinde Lado’nun yine en başta rastladığı ve bakışlarındaki köprüye dâhil ettiği genç kadının yeniden belirmesiyle kendini gösterir. Film Lado ve babası üzerinden ilerlerken bir başka öykünün başkahramanı olan bu genç kadın, madde bağımlısıdır ve verdiği tehlikeli kararlarla ailesinden kopmak, hayatını geri dönüşü olmayacak şekilde kötü bir yola sürüklemek üzeredir. Ne var ki o da köprüden geçen trenin yolcuları arasındadır ve umarsız bir hâlde her şeyden vazgeçmişken pencerede, ansızın yitirdiği oğlunun ardından acıyla feryat eden babanın bakışlarına rastlayınca tepeden tırnağa sarsılır. Bu tek sahne, kadının tüm kararlarına ve hayatının geri kalanına mâl olmuştur içten içe. Nitekim filmin son sahnesinde kadın, kucağında bir bebekle trenden inip kalabalığa karışırken görülür. Lado’nun babası da oradadır ve bebekle göz göze gelip birbirlerine gülümserler. O anda uzun zamandan sonra babanın yüzüne ilk defa bir sıcaklık yayılır; bebeğin bakışlarında oğlunun ruhunu görmüştür. Babanın film boyunca gözlerine yerleşmiş olan boşluk, işte o an tam anlamıyla dolar; üstelik keskin bir isyan ve dehşetin yerine bu kez şükür ve minnetle. Zira Lado’nun, çevresindeki her çocukta yeniden can bulduğunu hissetmiştir baba. Kaderin çarkı bir halkadır sonuçta; isimler ve çehreler değişse de bir zaman, o görünmeyen ağla birbirine bağlanmış tek bir ruh döndürmektedir dişlileri.
Baba, Lado’nun köprüsünü görmüştür.
https://www.tresbohemes.com/2022/07/most-the-story-of-the-bridge-film/
Yazı buradan çalınmış.
Zülfikar Bey merhabalar. Ben bu yazıyı altı yıl önce kaleme aldım. Belki sizin bulduğunuz site bizden alıntılamış olabilir, zira 2022 yılında yayımlanmış. Lütfen itham etmeden önce yayım tarihimizi kontrol ediniz.