Sonsuz Akdeniz görüntülerinden limon sepetinin olduğu bir masaya çekilir kamera. Yıllardır görmediği oğlunu arayıp Alfredo isimli eski bir dostun ölüm haberini vermek isteyen yaşlı bir kadın oturmaktadır bu masada. Telefonla ulaşmayı başaramasa da söyleyecekleri genç bir kadının dilinden ulaşacaktır artık ünlü bir yönetmen olan oğluna:
– Annen aradı. Uzun uzun konuştuk. Otuz yıldır onu ziyaret etmediğini söyledi. Seni görmek istediğinde Roma’ya gelecekmiş.
– Sadece bunu söylemek için mi aramış?
– Hayır. Alfredo adında birinin öldüğünü söyledi. Cenazesi yarınmış. Kim o? Akraban mı?’
Kimdi Alfredo? Toto? Salvatore? Peki Bay Di Vita? Kimdi isimleri yabancı bu insanlar?
Çocukluğum Toto…
Sicilya’nın mütevazı bir köyünde yaşayan Toto’nun çocukluğu herkesinkinden pek de farklı sayılmazdı aslında, mutlu… Yıllar önce savaşmak için Rusya’ya giden babası hala dönmemiş olsa da, annesi ve kız kardeşiyle zor şartlarda bir yaşam sürüyor olsa da mutluydu Toto. İnsanlar sinema salonlarında Frank Capra filmi izlerken nasıl dertlerinden, tasalarından uzaklaşabiliyorlarsa Toto da zaten kendi başına bir ‘izle ve iyi hisset filmi’ olan esirgeyici çocukluğun kanatları altında bütün çirkinliklerden öylece uzak kalabiliyordu. Bunu yaparkense en çok sinemaya sığınıyordu.
Köyün küçük sinema salonundaki filmler insanlara ulaşmadan önce filmleri izleyip sansürlenmesi gereken planlara karar veren Peder’in tek kişilik gösterimlerinin gizli izleyicisiydi o. Ancak filmlere olan ilgisi onları seyretmeyi sevmekten çok daha ötedeydi küçük çocuğun. Köyün tek eğlencesi Cennet Sineması’nın makinisti Alfredo’ya (artık kısmen de olsa kim olduğunu biliyoruz) büyük bir hayranlık duyuşu başlangıçta sadece bu yüzdendi belki de. Fakat daha sonra zekice bir numarayla kendisini yardımcısı olarak yanına aldırmaya ikna ettiği bu adama olan sevgisi Sicilya’yı bir gardiyan misali çevreleyen o Akdeniz kadar büyüyecek, Alfredo, Toto’nun gittiği savaştan bir türlü dönmeyen babasının, Toto ise Alfredo’nun tüm büyük cümlelerini sarf etmek istediği hayali oğlunun yerini alacaktı. Aralarındaki bu dostluk ve sevgi ilişkisinin tam ortasında ise köydeki bütün insanların aynı aşkları, hüzünleri, hayalleri ve kahkahaları paylaştığı bu sinema yer alacaktı.
…gençliğim Salvatore…
Tüm kendi başınalığına karşın zaman bu sıradan yerleşkede de hızından bir şey kaybetmiyordu. Yıllar aldıkları ve verdikleriyle geçip gitmiş, Alfredo sinemada çıkan bir yangın sonrasında gözlerini kaybetmiş, tekrar yapılan şık sinemanın yeni makinisti olan Toto ise ona bu çocuksu isimle hitap edemeyecekleri kadar büyüyüp Salvatore olmuş, üstüne bir de aşık olmuştu. Hem de Alfredo’nun aşık olunması gereken son kişiler olarak addettiği bir mavi gözlüye! Salvatore şimdi, izlediği sayısız aşk filminden birinin içindeydi işte. Ne var ki, Alfredo’nun da dediği gibi, gerçek hayat filmlerdeki gibi değildi. Aşılması gereken engeller, alınması gereken kararlar vardı. Sonra, birilerinin gitmesi gerekiyordu hep. Mavi gözlü Elana üniversite için başka bir şehre, Salvatore ise askerlik için çok daha uzak bir şehre…. Hayat gençliğinizin baharında mutluluğunuzun zirveye çıktığı bir anda ‘mutlu son’ diye kesilip huzurla arkanıza yaslanmanıza izin vermeyecek kadar gerçekti kısacası. Ve gidenler gittikleri yerlerden döndüklerinde, geri dönen, bırakılmış duygular değil gidenlerin bedenleriydi. O yüzdendir ki Alfredo ”Git!” dedi.
”Terk et burayı. Burası lanetlendi. Devamlı bir yerde yaşayınca dünyanın merkezinin orası olduğunu sanıyorsun. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini sanıyorsun. Sonra gidiyorsun. Bir yıl, iki yıl… Döndüğünde her şey değişmiş oluyor. Çark kırılmış, bulmayı beklediğin şey gitmiş, senin olanlar kaybolmuş oluyor.”
…ve ben Bay Di Vita.
80’lerin başında yerini televizyon ve video sektörüne bırakan sinema salonları gibi evler, yollar ve insanlar da yerlerini, dünü bugüne bugünü yarına bağlayan bir aceleyle başka ”yeni” şeylere bırakmıştır. O başka’lardan biri de aradan geçen otuz yılın ardından doğduğu topraklara geri dönen Di Vita’nın kendisidir. Bir zamanlar ona emir veren patronunun artık Bay Di Vita diye hitap ettiği bu adam geçmişi de dahil her şeyin yabancısı olmuştur. Şehir meydanını süsleyen billboardlar, kız kardeşinin bakışları, bırakıp gittiği odasındaki resimler ve birkaç gün içinde yıkılıp bir otoparka dönüştürülecek Cennet Sineması ona böyle söylemektedir. Bu dayanılmaz histen, sevdikleriyle arasında giren duygusal mesafeden sıyrılması, geçmişinin metasal ifadesi Cennet Sinema’sının yıkılışını izlerken arkasından geçen eski günlerden kalma bir delinin kendi kendine mırıldandığı bir sözle olur: ”Bu benim meydanım!”
Şimdi Salvadore ‘Toto’ Di Vita için, Alfredo’nun onun için bıraktığı kısa filmi alarak yeniden geldiği yere dönme vaktidir.
Peder’in sansürlediği filmlerden çıkarılan öpüşme sahnelerinin birleştirilmiş halinden oluşan bu hediye, Enrico Morricone’nin geçmişe yakılan bir ağıt misali içinize işleyen müziği eşlinde Roma’da modern bir sinema salonunda akıp giderken, bu görüntüleri görmelerine mani olunan yüzlerce insana vaat edilip erişmelerine ramak kala önlerinden alınan yarım kalmış bütün duygular, bir kutuya hapsedilmiş ruhlar gibi ait oldukları bedenlere uçuşuverir. Adına ister Toto, ister Salvatore, isterse Bay Di Vita diyeceğiniz bu adamın 100. gününün 100. gecesinin gündüzüne ermesi işte böyle gerçekleşir.
Alfredo: ”Bir zamanlar krallığın birinde bir kral, güzel prensesi için bir ziyafet düzenler. Kapıda bekleyen asker kralın kızını görür. Prenses çok güzeldir. Ve asker daha o an aşık olur ona. Fakat basit bir kapı görevlisinin kralın kızıyla ne işi olabilir? Yine de en sonunda ona ulaşır ve onsuz hayatının bir anlamı olmadığını söyler. Prenses askerin aşkından o kadar etkilenir ki, eğer balkonumun altında 100 gün 100 gece beklersen senin olacağım, der. Bunun üzerine asker gider, birinci gün, ikinci, üçüncü, yirminci gün… Her gece prenses dışarı bakar, asker yerinden bile kımıldamıyordur. Yağmurda, rüzgarda, karda hep ordadır. 90. Günün sonunda zayıf ve solgun bir haldedir. Gözlerinden akan yaşları tutamaz. Uykusuzluğa dayanacak hali kalmamıştır. Ve tüm o günler boyunca prenses onu öylece seyreder. Nihayet 99. günün akşamında asker ayağa kalkar, sandalyesini alır… Ve gider.”
Salvatore: Ne? Tam sonuna gelmişken mi?
Alfredo: ”Evet, tam sonunda. Ve ne anlama geldiğini bana sorma. Bilmiyorum. Anladıysan sen bana söyle?”