İkiz yönetmenler Silvan ve Ramon Zürcher’in İsviçre yapımı, birlikte çektikleri ikinci uzun metraj filmleri olan The Girl and the Spider (2021), ilk bakışta oldukça gündelik ve banal -48 saate yayılmış- bir taşınma öyküsüdür. Ancak filmin herhangi bir karesi ve/veya izleyici koltuğunda oturan bizlerin algısı, filmin içine gizlenmiş birden fazla dramatik öyküden yalnızca bir tanesine işaret etmektedir. Film bunu sezmemize objeler aracılığıyla olanak tanıyor. Eşyaların birer yanılsama olduğu ve olasılıklarının da gizemli ve çok yönlü olduğu bir zemin olarak film ne taşınılan apartmanı ne de eski ev arkadaşları olan Lisa ve Mara’yı seçiyor. Filmin açılış sekansında sokakta betonu delen matkap misali, delinmek ve üstüne yıkılmak üzere sırtını -yine de mutlak güven duygusuyla- dayadığı duvar olarak sinemanın ve montaj-imgenin kendisini seçiyor.
“Gemide olduğum için başım dönüyor. Sürekli sallanıyor.”
Film, her ne kadar evden taşınma kaosunun hâkim olduğu bir apartman dairesinde geçse de aynı zamanda okyanusta amaçsızca (ama nereye gittiği belli) bir gemi ve onun tayfası alegorisini hissettirmektedir. Bunun sebebi bu apartman dairesinde ve komşu dairelerde yaşayan -yahut bir noktada yaşamış- ve o ya da bu sebeple taşınmaya yardım etmek için orada bulunan insanların hayatta gidecek başka bir yeri olmama halidir. Evde geçirdikleri süre zarfında bu gemi ve tayfasıyla muhatap olma zorunluluğunu kendilerine dayatmaktadırlar. Çatışmaları, hülyaları ve kırgınlıkları adeta bir virüs gibi başka vücutlarda hayat bulurlar.
Suspus bir değişim ve yabancılaşma tek gerçekliktir ve her vücut için doğrudur. Daha önce ev paylaşmış ve neden yollarını ayırdıklarını bilmediğimiz Lisa ve Mara, yardıma gelen Lisa’nın annesi, seksi alt komşu arkadaş kızlar, yeni ev arkadaşı Markus, taşımacı Jurek ve yakışıklı çırağı, küçük bebeği olan yan komşu, kedisi beslenmesi gereken ama kendi ortalıkta olmayan bir diğer komşu ve varlığını hissettiğimiz ama kadraja girmeyen diğer bütün çaresizlikler…
Kapılara ve pencerelere sıkıca perçinlenmiş insan etkileşimleri, sessiz sakin arzu ve içerleme ile yüklenirler ve gerçekliğin kendisini tutarlı bütün olarak bir arada tutmakta zorlandıklarına dair ürkütücü bir his verirler. Objeler ise biçare eşlik ederler. Bu çaresizlik, Krzysztof Kieślowski ve Roy Andersson sinemasına bıyık altından gülümser ve şapkasını hafifçe kaldırarak selam verir.
Bir mont üzerindeki başıboş bir tüy, izleyiciyi bir tavuğa dönüştüğü fikrini kafasından geçirmeye sevk eder. Tavuğun kafası yerinde mi değil mi bilmiyoruz. Zannediyorum ki değil.
Şarap ile yarısı dolu plastik bardaktaki delik bir kalem ile tıkalı. Dudaktaki uçuk ve çenedeki piercing deliği misali bize vücuttaki tepkilerin patlamaya hazır -sırasını bekleyen- bir fırtına olduğunu hatırlatır. Birisi başka hiç kimsenin duymadığı bir bebek çığlığı duyar. Garip.
Pencere önünde kalın filtreye sarılmış sarma sigara izmariti. Muhtemelen fazla zevk vermemiş olacak ki iki veya üç nefes alındıktan sonra söndürülmüş. Uca doğru fazla kalınlaşmış olması da yanmasını hızlandırmış olmalı. Kızın biri evdeki partide tek başına oturmaktadır. Masadaki biranın yanına sigara sararken yanına bir erkek yaklaşır:
“Ben de sarabilir miyim bir tane?”
Geceleri açık bir pencereden rüzgâr giriyor. Sevişmek için doğru anı kollarken, Daft Punk’ı andıran fütüristik bir motosiklet kaskı takan çıplak bir kadın koridorda beliriyor. Fırtına devam ediyor.
Montaja gömülü sinematik sembolizm, kırılgan olduğu kadar yaratıcıdır da. Dikkatsizliklerin yol açtığı yara izleri (bunların kaçını hayatımızın sonuna kadar üstümüzde taşırız?), kırılan mutfak eşyaları, kesikler ve morluklar, hatalı açılan PDF dosyaları, ev planının küçük çocuklar tarafından boyanmış bir kâğıt kopyası ve perspektifi katan ev hayvanları: gergin bir köpek, yalnız bir kedi ve upuzun bacakları olan bir örümcek. Bütün bunlar, bu aydınlık ve durgun dünyanın bir nevi karanlığa ve huzursuzluğa gebe olduğuna işaret eder. Filmin atmosferi ile anlattıkları arasındaki bu uyumsuzluk, Ari Aster’in Midsommar’ında (2019) yakaladığı duyguya oldukça benzer.
Hem insan denen yaratık hem de insanın doğurduğu objelerin muktedir olduğu empati, Zürcher biraderlerin kamera kullanımı sayesinde ete kemiğe bürünüyor. Bu kibar ve ilahi dokunuş ile kayıp, akış ve algı üzerine tematik varyasyonlarını yadsıyamayacağımız bir duygu uyandırıyor.
“Seni sevmiyorum. Belki de bu sinek seni seviyordur. Şimdi onu öldüreceğim.”
“Artık kimse seni sevmiyor.”
Filmi MUBI Türkiye’de izleyebilirsiniz.