Sinemaseverlerin Ekim ayını iple çekmesi olağan bir durumdur. Çünkü aylar boyunca heyecanla bekledikleri filmler “Filmekimi” kapsamında sinemalara misafir olur. Eskiden salonların sayısı daha fazlaydı tabii. Örneğin Rexx artık yok. Bir ara Atlas da yoktu. Şu anda elimizdekine şükrediyor, sayıları umarız daha da eksilmez diyoruz.
Neyse, Filmekimi gözdeleri her zaman Cannes’dan geçmiş filmler olmuştur. Bu seneki seçkinin de en iddialı yapımları yine Fransız Rivierası’ndan. Aynı festivalde Grand Prix’yi (Büyük Ödül) kucaklayan Hytti Nro 6 (6 Numaralı Kompartıman) da gösterilen filmler arasındaydı.
Üniversitede arkeoloji okuyan Laura, sevgilisinin onunla gelmekten vazgeçmesinin ardından tek başına Finlandiya’dan başlayıp Rusya’nın kuzeyine doğru uzanan bir tren yolculuğuna çıkar. Seyahati esnasında aynı kompartımanı paylaştığı Vadim ile kurdukları dostluk, beklenenden farklı bir seyir izleyecektir.
Öncelikle, filmin yakalamış olduğu atmosfer oldukça ilginç bir füzyonun eseri. Kuzey Avrupa sinemasının soğuk, kasvetli, melankolik ve abartılı tabirle boğucu atmosferi ile Rus sinemasında örneklerini gördüğümüz nüktedan dili birbiriyle harmanlanmış. Bunu aslında iki baş karakterin kişiliklerindeki yüzeysel kontrasttan yakalayabiliyoruz. Finlandiyalı Laura, daha içine kapanık ve suskun bir tavra sahipken Rus Vadim hayatı adeta kâle almıyor gibi gözüküyor. Zaman geçtikçe karakterler kabuklarından arınıyor ve adeta yer değiştiriyorlar: Finli daha hayat dolu, Rus daha karamsar oluyor. Yol filmlerinin karakter devinimlerine odaklanan yapısı ve yapıtın anlatısına bakıldığında filmin amacına ulaştığı söylenebilir.
Bir diğer olumlu nokta ise sinematografi. Yönetmen Kuosmanen’in görüntü yönetimindeki tercihi yine Jani-Petteri Passi olmuş. Yönetmen-sinematograf iş birlikleri genelde olgunlaşarak büyür. Birbirlerinin düşünce yapısını daha iyi anlayıp birer puzzle parçası gibi birbirlerini tamamlarlar. Bu filmin özelinde de bunu söyleyebiliriz. İlk uzun metrajlısı Olli Maki’nin En Mutlu Günü’nde (2016) de birlikte çalışan ikili, bunun dışında birkaç kısa ve orta metrajlıda da güçlerini birleştirmişler. 35mm ve omuzda kamera tercihleri ile çekilmiş ve sarı-mavi-yeşil tonları tercih edilmiş. Bu tonları Kuzey sinemasında görmeye alışkınız. Aklıma Dogma 95 akımı filmleri ve Winding Refn’ın ilk dönem filmleri geliyor. Bunlar ile bizim filmimiz arasında teknik bazda herhangi bir yakınlık bulunmasa da yaratılmaya çalışılan atmosferleri benzer buldum.
Fakat, tüm bu bahsettiğim olumlu taraflara rağmen, madalyonun bir de öteki yüzü var. Filmin akışı ile birlikte karakterlerin seyirciler tarafından tanınması gerekir. Eğer karakter hakkında kişisel ve özel bilgilere izleyici ulaşamazsa, onunla özdeşleşemez ve bağ kuramaz. Filmin en büyük sıkıntısı da bana sorarsanız bu noktada çıkıyor. Yolculuğun öncesi ve sonrasına uzanan bir zaman diliminde Laura’ya eşlik etmemize rağmen hiçbir şekilde onun hakkında bir şey öğrenemiyoruz. Evet, ne hissediyor ve ne düşünüyor olabileceği hakkında tahminlerde bulunabiliyoruz; ancak akıl yürütmeler, karakterin seyirci nezdindeki anlaşılırlığını giderek muğlaklaştırıyor. Aniden hayatına giren Vadim’in Laura’da hangi boşluğu doldurduğu, daha doğrusu doldurmaya aday olduğu da meçhul. Sevgilisiyle filmin başında gayet iyi bir ilişkisi varken bir anda her şeyin tepetaklak olduğunu görüyoruz. Daha doğrusu tepetaklak olduğunu Laura’nın hareketlerine dayanarak varsayıyoruz. Vadim’e duygusal boşluğunu doldurabilecek bir dayanak gözüyle bakmaya başlıyor, aniden gelişen bir yakınlık kuruluyor ve bu her ne kadar filmin gidişatı içine güzel yedirilmiş olsa da mantığa pek yatmıyor. Vadim’in düşünüşü ve hissiyatı hakkında herhangi bir şey öğrenememiş olmak da tatmin duygusunu oldukça köreltiyor. Romantik ilişkinin ikili arasında kurulduğunu gördüğümüz yakınlaşma sahnesine kadar hikâyenin Vadim’e olan mesafeli tavrının nedenini gayet net anlayabiliyoruz: Neredeyse birinci gözden bir kameranın ana karakter ile birlikte ilerlemesi ve en fazla onun kadar bilgiye sahip olması. Fakat kurulan yakınlık ve ekranda kaldığı vakit de göz önüne alındığında Vadim karakterini yeterince tanıyamadığımız ve bu yüzden hikâyeden dışlandığımız hissine kapılıyorum.
Her şeye rağmen tatmin edici bir sonun getirdiği buruk bir tebessüm ve yarım kalma hissinin verdiği tuhaf hüzünle birlikte jeneriğe doğru uğurlanıyoruz. Grand Prix almış bir yapıtta daha derinlikli çatışmalar bekliyorsunuz fakat bir şekilde izlediğinizden memnun da kalıyorsunuz. Cannes’dan büyük ödülle dönmenin yarattığı büyük beklenti, kocaman bir boşluğa dönüşüveriyor. Bu ödülü almasaydı, daha farklı yorumlanabilirdi belki. Ancak size prestij getiren şeyler her zaman yararınıza olmayabilir, 6 Numaralı Kompartıman örneğinde olduğu gibi.