En iyi yabancı film Oscarına aday gösterilen ilk Meksika filmi olma özelliğini taşıyor Macario (1960). Yönetmen Roberto Gavaldon’ın, en unutulmaz yapıtları arasına girmeyi de başarıyor. B. Traven’ın aynı isimli kitabından uyarlama yapım, yine de günümüzde biraz tozlu raflar arasında kalan, belki de kıymeti tam anlaşılamamış eşsiz bir eser. Film daha başından B. Traven ismiyle dikkatimizi çekiyor. B. Traven’ın ne gerçek ismi, ne nerede yaşadığı ya da nereli olduğu, ne zaman ölüp doğduğu net bir şekilde biliniyor. Ancak alman asıllı olduğuna inanılan B.Traven’ın Meksika’da bir dönem yaşadığı kesin görünüyor.
Macario (Ignacio López Tarso), dürüst, erdemli ve ailesini çok seven, çalışkan bir köylü. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın bir türlü karşılığını alamayan, açlıkla mücadele etmek zorunda kalan Macario, geçimini odunculukla sağlıyor. Bu kısım çok önemli çünkü bunun gibi küçük detaylar filmin felsefi alt yapısını oluşturuyor. Bu detaylara değinmeden önce şunu da söylemek gerek, film genel anlamda 3. Sinema olarak yorumlanabilir. Keza artık açlıktan çok bunalan Macario’nun, adamakıllı doyana kadar yemek yememe kararı onun isyankâr tavrını gördüğümüz nokta. Artık o noktadan sonra Macario, tıpkı Emilliano Zapata ve onun bilinen “Diz çökerek yaşamaktansa ölmek yeğdir” sözü gibi açlığa, fakirliğe ve ölüme başkaldıran bir köylü. O dönemin yakın tarihine baktığımızda Zapata ihtilali gündemde. Tarihin ilk devrimlerinden biri olarak bildiğimiz Zapata ihtilali,yani köylülerin ayaklanarak işledikleri toprağa sahip olma umuduyla hareket ettikleri bu dönem, 1910’lu yıllardan başlayarak 1930’lu yıllara kadar sürüyor.
Filmin kendi zaman gerçekliğinde, Meksika geleneği olan ‘Ölüler Günü’nde olayların başlaması Macario’yu karakter olarak daha da güçlendiren bir detay. Ölüler Günü; Latin Amerika’da Aztek dönemine dayandığına inanılan, amacı ölüleri anmak olan bir festival. Macario, şehre odunları teslim etmeye gittiği sırada burjuvazi kesimin ölülere adak olarak çeşit çeşit yemekler sunması ve fırında tepsilerle hindiler görmesi onu açlığa isyan etmesine iten sebep oluyor. Ayrıca sınıf ayrımını ve toplumsal bir ironiyi bu sayede görüyoruz. Macario’nun, ölülerin hindileri bitirdiğini gördüğü rüyadan yola çıkarak yorumlarsak, ölülerin ve burjuvazi sınıfının sembolik olarak Zapata dönemindeki Avrupa, ABD rolünü köylü bakış açısıyla üstleniyor.
Macario’nun açlıktan ölmesinden korkan eşi (Pina Pellicer), burjuvazi kesimin çamaşırlarını yıkayarak para kazanmaya çalışıyor ve bir gün bir müşterisinin bahçesinden hindisini çalıyor. Çocuklarından bile saklayarak tüm hindiyi pişirip kocasına ormana gitmeden önce veriyor. Macario’nun, tüm hindiyi tek başına yemek için ormana gittiği sırada film ilginçleşmeye başlıyor. Zira karşısına önce şeytan, iyi giyimli ve burjuvazi biri olarak çıkıyor. Eğer hindiyi kendisiyle paylaşırsa tüm ormanı ona verebileceğini söylüyor. Macario, şeytana inanmıyor ve ormanın zaten onun olmadığını, ona verse bile sırtında ormanı yine kendisinin taşıyacağını söylüyor. Şeytan yine burada Zapata ihtilalinin karşısında köylülere çeşitli vaatlerde bulunan diğer güçleri temsil ediyor. Yoluna devam eden Macario bu sefer tanrıyla karşılaşıyor. Tanrı da ondan hindisini paylaşmasını istiyor fakat Macario yaptığının yanlış olduğunu kabul etse de tanrının kendisini anlayacağını söylüyor ve bütün hindisiyle ormanın derinlerine gidiyor. Tam hindisini iştahla yiyeceği sırada karşısına kendini tanıtmadan çok aç olduğunu söyleyen ve oldukça soluk görünen ölüm çıkıyor. Macario ölüm ile hindisini paylaşıyor. Bu durum bize şunu düşündürüyor. Modern zamanın insanı sınıf gözetmeksizin tanrıyı üstün görse de ölümün kendisinden daha çok korkuyor. Zira Macario ölümle hindisini paylaşma sebebinin ölüm yemeğini yerken yaşamak için zaman kazanmak uğruna olduğunu itiraf ediyor.
Bu noktada felsefi olarak I. Ve II. Dünya savaşının etkileri sonucunda modern zaman insanının ölüm kavramına yaklaşımını ele alalım. Tarihin başlangıcından beri insan, ölümü reddetme eğilimini göstermiştir. Ortaçağ’daki en ciddi sorunlardan biri ölümle ilgili düşüncelerdi ve modern dönem fikirleri, Rönesans öncesi fikirlere karşı bir isyan olarak görülüyordu. Özellikle soyut düşüncenin ve metafiziğin gelişmesi etkili oluyordu. Sonuç olarak modern insan (Rönesans ve Reform’dan sonra) bu dönemde doğan refah içindeyken ölümü bir tehdit olarak görüyor ve onu düşünmekten kaçınıyordu. Fakat savaşların sonrasında ölüm tekrar insanı doğal olarak düşündürmeye başladı. Varlık felsefesinin savunucularından Heidegger, ölümü insanlığa ait buluyordu ve ona göre sadece hayvanlar yok ediliyor ve ölümden yoksun bırakılıyordu. Burayı göz önünde bulundurarak şu soruyu sorabiliriz öyleyse: “Macario’nun, hikâye içinde meslek seçimi gelişigüzel miydi?” Köylülerin tarlayı sürme ya da Macario gibi odunu sırtında taşıma eylemleri pekâlâ eşek, öküz vb. hayvanların yapabildiği bir eylem. Belki de burada sınıf ayrımı alelade bir mesleki göstergeye indirgenmiyor. Ağır yükler taşıyan köylünün modern insan içinde ayrımına dikkat çekerek ölüm kaygısı ve düşüncesinin sınıf farkı da anlatılıyor ve karakterimiz Macario’yla birlikte, aslında her insan için aynı oluşu da.
Filmin devamında ölüm bir teşekkür olarak insanlara şifa sağlayan suyu veriyor. Eğer ölüm hastanın ayakucunda duruyorsa bu su sayesinde insanları iyileştirebileceğini söylüyor. Macario da zamanla zenginlerle işbirliği yaparak namını her yere yayıyor ve çok daha burjuvazi bir hayat sürmeye başlıyor. Kendi köylü evinden taşınıyor ve şehirde ailesiyle birlikte şehirli hayatı sürdüğü bir eve taşınıyor. Buraya iki ayrı başlıkta değinirsek tarihte Zapata liderliğinde ayaklanan köylüler başarıya ulaşıyor ve Meksika köylülerin eline geçiyor. Macario’nun başarısına benzer şekilde, köylüler şehri ele geçiriyor. Ölüm konusuna da tekrar değinecek olursak; konut, kendini güvenli bir yerde hissetme duygusuyla alakalıdır ve ölüm, güvenlik için bir tehdit olarak görülüyor. İnsanın modern yaşamı, insan ölümünü inkâr etmeye devam ediyor ve Heidegger’in geleneksel olmayan, gündelik varoluşunun kendisi, ölüm karşısında, kaçışı ve kurtuluşu seçiyor. Bir mana da Macario’nun eşinin sürekli olarak “Neden buraya taşındık?” sorusunun cevabını üstünkörü geçiştiren Macario’nun sebebi oluyor. Yani karakterimiz hâlâ ölümden kaçıyor.
Filmin sonunda engizisyon mahkemesi tarafından büyücülükle suçlanan Macario, kaçınılmaz sonundan kurtulmak için çabalıyor. Bölgenin liderinin çocuğunu iyileştirebilme durumunda kurtulacağına karar veriliyor. Ölüm çocuğun başucunda beliriyor. Ne yazık ki çocuğun dolayısıyla kendisinin kurtuluşu yoktur. Macario çaresizlikle camdan kaçıyor ve ormana gidiyor. Şeytanla karşılaşıyor ve kendisiyle hindini paylaşsaydı böyle olmayacağını söylüyor. Tekrar tanrıyla karşılaşıyor ve bu kez ona teslim olmasını söylüyor. En sonunda ölümün mağarasında buluyor kendisini. Burada görsel olarak sinemanın unutulmaz çerçevelerinden birini görüyoruz. Her bir yaşamı temsil eden mumlar ve ışık, yaratılan atmosfer, ölümün kostümü ve mekân bir bütün olmuş ve hafızalara kazınacak görsel burada oluşturulmuştur. Figueroa, marifetlerini burada bir kez daha göstermiş keza kendisi birçok usta ismin görüntü yönetmenliğini yapmasıyla biliniyor üstelik Buñuel’in filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapmasıyla biliniyor. Tekrar filme odaklanacak olursak, her bir mumun farklı yapılarından dolayı yanma sürelerinden bahseden ölüm, çocuğun kurtarılamayacağını neredeyse bitmekte olan mumu göstererek anlatıyor. Kendi mumunun da sönmekte olduğunu gören Macario, ölümün tüm çabalarına rağmen mağaradan kaçıyor. Ölümle hindisini paylaştığı yerde yarım hindiyle beraber ölü bulunuyor Macario. Buradaki döngü çok önemli ve birden fazla yoruma açık. Aynı yerde yarım hindiyle bulunması belki de ilk ölümle karşılaştığı o anda zaten ölü olan Macario’nun, temsil ettiği hem siyasi hem felsefi altyapısını anlatırken eleştirmiş oluyor. Meksika’daki bu köylü ayaklanmasının ta başında zaten bilinen o sondan kaçamayacak olması eleştirisini yapmış Roberto Gavaldin. Diğer bir yorum olarak tam da Heidegger’in de dediği gibi ölüm varlığımızın bir gerçeği ve bundan kaçışımız yok. Hindiyi ‘hayatta sahip olmak istediği her şey’ olarak yorumlayan Macario, tıpkı modern insan gibi ölümden kaçmak istiyor ve belki de ona hindisinin yarısıyla rüşvet veriyor. Fakat ölümle nasıl bir anlaşma yaparsa yapsın, ondan kaçış olmadığını görüyor. ‘Ölüler Gününde’ kendi hindi sunağının önünde tam da olması gerektiği gibi ölüydü. Bu şekilde ironik bir eleştiriye ironik bir son oluyor. Filmle ilgili son olarak şu yorumu da göz ardı etmeden değinmek gerek. Macario’un üç kutsal güçle karşılaşması, trajik bir ölümle hikâyenin son bulması Shakespeare’in Macbeth’ini akıllara getiriyor. Belki de o zamanların bir Macbeth uyarlaması yorumu da yapılabilir.
Nitekim Macario, çekildiği zamanlar ve filmin konusu kesinlikle yüzeysel bir 3. Sinema yorumu yapılamayacak kadar derin; üstünde daha fazla konuşulması, düşünülmesi, sindiresiye kadar izlenip ders çıkarılması gereken nadide bir film.
Pelin Büyüktaş