Prömiyerini 42. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yapan ve festival süresince birden çok kez seyirciyle buluşan Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinematek’i ve Onat Kutlar (2023) isimli belgesel film, yönetmen Önder Esmer, kurgucu ve yaratıcı yönetmen Tuvana Simin Günay, görüntü yönetmeni Serdar Aydın, müzisyen Alper Maral ve yapımcı Matthias Kyska’dan oluşan minik bir ekibin eseri. Belgesel, sinema tarihinin en önemli süreçlerinden birine odaklanıyor. Filmin tüm gösterimlerine bizzat katılarak, seyircilerin sorularını yanıtlayan Önder Esmer ile belgesel hakkındaki tüm detayları konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncelikle emeğinize, ruhunuza sağlık demek istiyorum. Belgesel, ismini duyar duymaz festivalde izlenecekler listemin ilk sırasına yerleşmişti. Zira Sinematek Evi’ndeki ilk gösteriminde de hemen izlemiştim. Gösterim sonrası yapılan söyleşiyi de sonuna kadar keyifle takip ettim. Ve hemen oracıkta sizinle röportaj yapmam gerektiğini düşündüm. Ne mutlu ki siz de teklifimi hemen kabul ettiniz. Teşekkür ederim.
Siz öncelikle “1960-71 Döneminin Türk Sinema Yazarlarınca Yorumlanması, Türk Sinematek Derneği’nin Yapısal Dökümü ve Onat Kutlar’ın Sinemada Değişim Çizgisi” başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlıyorsunuz. Tez konusuna nasıl karar verdiniz? Bu tezi ve sonrasında belgeseli çekene kadar ülkemizin sinema tarihine ilgi duyuyor muydunuz? Süreci bize biraz anlatır mısınız? Çünkü teziniz 2020 yılında onaylanmış. Belgeseli 2023 yılında izledik. Bir de tezin çalışılma sürecini düşünürsek neredeyse beş yıl gibi bir süreçten bahsediyoruz. Nasıl bir süreçti?
Öncelikle ilginiz ve özeniniz için çok teşekkür ederim. Çıkış noktasını önceki görüşme tekrarlarına düşmeden farklı bir gelişme üzerinden kurmak isterim. Bunu da geçmiş deneyimlerim sonrası çokça anlamaya çalıştığım ve devam eden “Kolektif sinema hâlâ mümkün müdür?” sorusunu düşünmeye başladığımda oldu diyebilirim. Tabii günümüzde faaliyetini bu minvalde kuran yapıları görebiliriz, Mezopotamya Sinema Kolektifi, Bağımsız Sinema Merkezi gibi topluluklar kendi ortak yapım modellerini zaman içinde geliştirebildiler. Geçmiş dönemler içinde “Genç Sinema: Devrimci Sinema Dergisi” etrafında bir araya gelen isimleri anabiliriz. Bunlar tabii Türkiye özelinde hareketlenen yapılardır, dünya ölçeğinde bakıldığında Dziga Vertov üzerinden Kinoks’lar Topluluğu, Glauber Rocha öncülüğünde Cinema Novo yahut Üçüncü dünya ülkelerinin bağımsız sinemacıları alternatif yapım modelleri üzerinden bir nevi “karşı çıkış sürdürebilirliği” ararlar. Hatta, şimdilerde, ulaşılabilir sınırlı ekipmanlar üzerinden yapılan çoğu amatör çalışma: “Bir … Filmi” denilmese kolektif emeğin varlığını daha görünür kılabilir. Tabii bunları bir nevi bilmek üzere izah ediyorum, yoksa bu deneyimlemeyi karşıladığımız söylenemez. Ama çıkış noktasını, kişisel adımlamalar üzerinden yapılabilirliğini deneme/sorgulama arayışı diyebilirim.
Şimdi sorunuz üzerinden düşünecek olursak, kişisel deneyim arayışlarının aidiyet kurabileceği bir teori/birikim geleneğine ihtiyacı vardır. Bu bilme ihtiyacının buluşmasına da Onat Kutlar’dan tekrarladığım “rastlantı” demek isterim. Üniversitede öğrenci olduğum yıllarda kendisini İshak adlı öykü kitabı ile tanıdım. Tabii her edebiyat severin özenle gözlediği bir yazar olarak sevdim. Sonraki yıllarda Halit Refiğ’in Ulusal Sinema Kavgamız isimli kitabı geçmiş döneme dair birikimin izlerini seçimlemede bir “karşılaşma” yarattı diyebilirim. İçeriğinde Türk Sineması özelinde bir arayışın sorgulanması, Onat Kutlar isminin tekrarlanması ve Sinematek kurumunun varlığı “aidiyete” dair bir “merhaba” demek gibiydi. Bahsini geçtiğim bu süreci Tanju Akerson’un 1968 yılındaki ifadesinden: “Teoriden uygulamaya geçiş çizgisinin başlangıç noktası”nı bulgulama olarak görürüm. Tabii çağın sorgusunda “romantize” edilecek bir yanı olduğunun farkındayım elbet, fakat hareketlenme dediğimiz motive hâlin bu dili konuşmaya ihtiyacı var bana göre.
Öncelediğim konu üzerinden çevrelemek gerekirse, kolektif çıkışı ve teoride arayışı bir yol/yön birikimi üzerinden yakalayabilmek için hem araştırma alanı olarak incelemeyi hem de belgesel üzerinden olanaklar el verdiğince belgelemeyi tercih ettim. Türk Sinematek Derneği’nin ve onun yayın organı olan Yeni Sinema Dergisi’nin düşünsel olarak kurduğu zemin: Mevcut sinema düzenini sorgulayan, çağının gelişmelerine haberdarlık kuran, devrimci sinema çizgisini aralayan ve çeşitlenebilir ilkeleriyle sinemaya dair “sıfır noktası” diyebileceğim bilme sorumluluğunu yüklüyordu. O halde bu teoride anlamayı yazı disiplininde sürdürmek bir yana, uygulamada tıpkı Türk Sinematek Derneği’nden doğan Genç Sinemacılar gibi: “Kolektif sinema mümkün müdür?” buluşmasıyla gerçekleştirebilmek neden olmasın?
Genç sinemasever arkadaşlar olarak bir araya geldik. Kişisel ve kolektif desteklerle ticari bir beklentinin ürünü olmasını değil kıymetli bir belge olmasını amaç edindik. Hazırlık ve çekim süreci “kolektif usulü” hedeflense de geçen zaman yerini Abidin Dino’nun deyişiyle “imece usulüne” bıraktı diyebilirim. “Sürdürebilirlik” dediğimiz olgu ağır bastıkça yavaşlayan bir sürece evrildik. Çekim sonrası yorgunluğu üç arkadaş devraldık. Bu direnç uzun soluklu ve belirleyici oldu. Bu deneyimleme, birçok kişinin karşılık beklemeden gönüllü katkısı ve gerekli maddi ihtiyaçların Matthias Kyska tarafından temin edilmesi dolayında “yarı kolektif” bir çalışma olarak tamamlandı. Nihayetinde o belgeseli yaptık!
Lisansüstü tezin aşamalarına da dönersek: Ömer Pekmez’den elde ettiğim, Türk Sinematek Derneği’nin “Açık Oturum” kayıtlarını deşifreleyip bir kitap haline getirmeyi planlıyorum. Hazırladığım tezi de yapılan görüşmeler neticesinde tekrar düzenleyip konu hakkında bilgi vermesi adına bir önsöz formunda eklemeyi düşünüyorum.
Tabii teziniz, haliyle daha kapsamlı. Olması gerektiği gibi genelden özele doğru bir yol izliyor. Mesela tezinizde dönem içinde çıkan sinema dergilerine kapsamlı bir şekilde değiniyorsunuz. Son nokta, belgeselde de olduğu gibi Onat Kutlar’da noktalanıyor. Ama on bir yıllık uzun bir süreci; tüm yayınları, tartışmalarıyla ele alıyorsunuz. Belgeseli çekmeye başladığınızda daha öz bir çerçeve çizmek zor oldu mu? Yolda neler değişti, dönüştü?
Lisansüstü tezimi belgesel çalışmasının ikinci adımı olarak hedeflemiştim. Tabii hazırlık aşaması önemli olduğundan ve mezuniyet gereği bitirme önceliğini ona vermek durumundaydım. Ama ne kadar paralel yürütmeye çalışsam da birbirinden bağımsız olarak görüyorum, çünkü tezde odakladığım konu daha teori tarafını aktarıyor, orada Türk Sineması üzerine kurulan “iyi sinema” düşüncesi çağının dostları üzerinden incelenir. Belgesel ise tanıklar üzerinden anlatımı kurulan, seyir anlamında gençleri hedefleyerek “sinematek” kavramını ve sinema kültürünü Onat Kutlar’ın hayatı üzerinden hikâye etme çabasıdır. Bu sebepten oluşacak belgesel anlatısı, hem konuşmacıların aktaracağı bilgiler hem de hedeflenen sorular üzerinden belirlenmişti. Konuyla ilgili Turgut Çeviker’in Onat Kutlar Kitabı ve Hülya Uçansu’nun Onat Kutlar’a Mektup Var kitabı hikâye örgüsünü kurmada epey yardımcı oldu.
Tezde kurmaya çalıştığım anlatıya da değinmek istersem, dönemin sinema yazarlarının düşünce olarak birbirlerini tamamladığı ve fikri olarak özel olsa da sorumluluk anlamında ortak bir hedefe yöneldiğini görebiliriz. Onat Kutlar’ın sinemaya dair düşünce çizgisini de bu birikim üzerinden “üçüncü dil” yorumu olarak anlayabiliriz.
Belgeselin ismi de çok kapsamlı. İsim, hem dönemin atmosferini hem Türk Sinematek Derneği’ni hem de Onat Kutlar’ı anlatacağının sinyalini veriyor. Sanıyorum ilk başta farklı bir isim ile yola çıkmışsınız değil mi? İsme karar verme sürecinizden de bahseder misiniz?
Tabii, projenin ilk aşamalarında Onat Kutlar’ın da kitabının adı olan “Sinema Bir Şenliktir” olarak belirlemiştik. Fakat filmin açılış parafında da belirttiğimiz bir yazı var: “…Sinemacı dostlarla birlikte sürdürdüğümüz onurlu bir kavganın ‘belgesel’i saklı o yıllarda. Bir gün mutlaka yapacağız o filmi.” Tabii kitapta bu yazının sonrası: “Bu yüzden bu kitap, her şey değildir. O ‘aşk, ateş ve anarşi günleri’nden benimle birlikte altın çıkaranlara bir küçük merhabadır. O kadar.” diye sürdürülür. Onat Kutlar’ın tariflediği bu sözü alıntılamak pek kıymetli olur diye düşündük.
Belgeselde Cevat Çapan, Jak Şalom, Filiz Kutlar, Seza Kutlar Aksoy, Adnan Özyalçıner, Ahmet Soner, Mete Akalın, Mustafa Göçmen, Burçak Evren, Atilla Dorsay, Ömer Pekmez, Hülya Uçansu, Vecdi Sayar, Ahmet Kutlar, Ali Özgentürk, Aydın Sayman gibi Türk Sinematek Derneği’nin üyeleri ve çalışanları ile röportajlar gerçekleştirilmiş. Dönemin şahitliğini yapan ve ülkemizin sinema tarihi açısından pek değerli isimlerinin tanıklıklarına başvurmanız elbette çok anlamlı. Muhtemelen bu isimlerle yapılan röportajların yokluğunda aynı dönemi ele alan bir belgesel çok eksik olurdu. Belgeseli izlerken aklıma hep “Bu belgesel şimdi değil de on-on beş yıl sonra çekilse nasıl olacaktı?” sorusu geldi. Zira bu isimlerin çoğu hayata veda etmiş olacaktı. Peki, şu an yaşayan herkesin tanıklığına başvurdunuz mu? Zira belgeselin seyirciyle buluşmasından çok kısa bir süre önce sinema yazarı Sungu Çapan’ı kaybettik. Belgeselde de adı geçiyor. Ama onun tanıklığına başvurulmamış. Tezinizde de Çapan’ın o dönem kaleme aldığı yazıları üzerinden ona bir başlık da açmışsınız. Tabii Sungu Çapan sadece bir örnek… Böyle başka örnekler de olabilir. Konuşmak isteyip de konuşamadığınız ya da sonradan atladığınızı fark ettiğiniz isimler oldu mu?
Zamanlama konusuna değinirsek, öncelikle geç kalınmış bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Hem on-on beş yıl sonra tekrar üzerine düşünülüp yeni anlatım yöntemleriyle çok daha iyi bir belgesel izlemeyi de isteriz aslında. Fakat burada soruyu “Bu belgesel on-on beş yıl önce çekilseydi acaba neler izleyebilirdik?” diye de sorabiliriz. Hüseyin Baş ve Şakir Eczacıbaşı’nın Türk Sinematek Derneği anlatısına çok şey katacağından eminim yahut da Ülkü Tamer ve Demir Özlü’nün, Onat Kutlar’a dair anlatacak çok sözü vardır. Ama tabii bilmeye yönelik merak edenler hazırlanan kitaplarda bu anlatımları çokça bulabilirler, duygusunda merakımız ise belgesel anlatısında bu eşlik etmenin ne kadar kıymetli duracağıydı.
Onat Kutlar’ın yaşamı üzerinden ve Türk Sinematek Derneği tanıklığında elbette ki başvurabileceğimiz sayamayacağım kadar insan vardır. Bir ömür ve bir dönemin tanıklığını sınırlayabilmek mümkün mü? Burada ister istemez hem bizim imkânlarımız hem de anlatının biraz daha hafiflemesi ve derlenebilmesi açısından sınırlayıcı olmak durumundaydık. Tabii geçen zaman ile bazı isimlerden haberdar oluyorduk, ama pandemiden sonra işler biraz güçleşti malum. Bir noktada kurgu sürecine geçip hikâye örgüsünü yakalayabilmek ve sürdürebileceğimiz yorgunluğu buraya harcayabilmemiz gerekiyordu.
Sungu Çapan özelinde ise şunu diyebilirim, belgeselimizde yer almasını çok isterdim. Fakat kendisini tanıyanlar bilirler, görünür olmayı tercih etmez çoğunlukla. Ben de bu minvalde saygı duyduğum için rahatsız etmemeyi doğru bulmuştum. Geçen zaman ile bunun yollarını bulabilirdim kızgınlığını kendime sormuyor değilim tabii.
Peki, bu soru üzerinden devam edersek. Siz belgeseli yaparken hayatta olmayan Baykan Sezer, Ali Gevgilili, Nijat Özön, Sezer Tansuğ, Altan Yalçın, Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo gibi isimler de var. Yine tezinizde ismi geçen bu isimlerle konuşamamak, onların canlı tanıklığına başvuramamak zor olmuştur diye düşünüyorum. Özön, Scognamillo gibi isimler arkalarında öyle büyük bir külliyat bıraktılar ki, sanki hâlâ yaşıyorlar gibi geliyor. Öyle ki Scognamillo, röportajlarıyla hâlâ hayatımızın çok içinde. Ölümünün üzerinden yedi yıl geçmiş olmasına rağmen onunla ilgili her şey çok taze. Ben de son zamanlarında tanışabilme şansına erişenlerdenim. Siz tanışmış mıydınız? “Ah keşke!” dediğiniz anlar çok oldu mu?
Elbette ki tanıyabilmiş olmayı ne çok isterdim. Bahsini geçtiğiniz isimlerin derinlemesine anlatımlarını bir düşünsenize? Sezer Tansuğ mesela, Yeni Sinema Dergisi’nde çıkan Sinema ve Genç Aydının İşi isimli yazısı çok yüreklendiricidir. Yahut da Ali Gevgilili’nin Sine-Film Dergisi’nde yer alan Sinemadan Başka Her Yerde yazısıyla yeniden başlamaya dair hırslı çıkışları bulursunuz. “ölü noktanın ötesinde” diyerek tariflenen ruhu hissedersiniz her yazarda. Bu isimlerin dışında ise, yine Yeni Sinema Dergisi yazarlarından, hala hayatta olduğunu bildiğim Tanju Akerson’un düşünceleri çok etkilemişti beni mesela, zannediyorum kendisi New York’da yaşıyor, onunla tanışabilmeyi çok isterdim. Hatta eklemek gerekir ki, dönemin Genç Sinema Dergisi yazarlarından: Üstün Barışta, Gaye Petek, Veysel Atayman, Engin Ayça, Faruk Atasoy, Artun Yeres, Yorgo Bozis ve Yakup Barokas’ın yazıları da sinemaya dair Marksist bir sorguyu arayanlar için kesinlikle başvurulması gereken bir kaynak. Esasen bu saydığım isimler de Türk Sinematek Derneği’nde bulunan hatta zamanı geldiğinde karşı duran, “devrimci sinema” söylemini radikal bir tavırla vurgulayan ve 1968 ruhunun genç sahipleri diyeceğimiz kahramanlarıdırlar.
Giovanni Scognamillo özelinde bahsedecek olursam da, kendisini tanıyabilme şansım olmadı ne yazık ki. Ama geçenlerde hazırladığı bir kitabın önsözünde dikkatimi çeken ve gülümseten bir ayrıntıyı aktarmak isterim: “Evet bu kitapta canavarlar, sapıklar, yaratıklar, uzaylılar ve başka şeyler vardır. Örneğin eski-yeni eleştiri. Bunları neden ekledim? Örnek oldukları için mi? Hiç de değil. Sadece ve sadece bir çizginin nasıl oluştuğunu, nasıl geliştiğini kanıtlamak için. Sonra da hoş anılar ve bazen pek de hoş olmayan heyecanlar. Tabii ki sinema bir şenliktir ve şenliğin her çeşidine katılmakta her zaman yarar vardır. Siz siz olun sinemanızı dar bir kapsam içinde hiçbir zaman sıkıştırmayın, bunu yaparsanız şenlik de, şenliğin eksik olmayan ciddiyeti de bozulur.” Burada fark etmiş olacaksınız ki “Sinema Bir Şenliktir” sözü yorumlanarak Onat Kutlar’a bir eleştiri oku atılıyor. Bu da demektir ki yaşamları boyunca içlerinde o ateş hep saklıydı. İşte o ateşe dokunamamak “Ah keşke!” diyebileceğim türden.
Belgesel odağı için yine dönersek, neyse ki Rekin Teksoy özelinde yeterli diyebileceğimiz görüşme kaydının yanında Nijat Özön ve Giovanni Scognamillo’nun değinilerini Mithat Alam Film Merkezi’nde bulabilmek bir mucize oldu bizim için. Bu kıymetli desteği için Elif Ergezen’e saygımız sonsuz.
Bir belgesel için hazırlık sürecinde çok fazla veri toplanır. Sonra bir şekilde tüm malzeme arasından seçim yapmak gerekebilir. Sizin için de böyle bir süreç oldu mu? Önceki sorularda bahsettiğimizin tam aksine konuşup da daha sonra belgesele dâhil etmek istemediğiniz ya da son anda vazgeçtiğiniz şeyler oldu mu? Varsa bizimle paylaşmak ister misiniz?
Tabii her çalışmada olduğu gibi bizler de toplanan verileri değerlendirirken uzunca süre meşgul olduk. Nihayetinde hem aktarılan bilgi hem de kullanılacak verinin hikâye örgüsüne uygunluğu çok çaba sarf ettiğimiz bir zamana yayıldı. Fakat burada şunu belirtmek gerekir, Türk Sinematek Derneği özelinde arşivin günümüze sınırlı sayıda ulaşması bizi materyal seçimlerinde kararsız değil aksine bu boşluğu nasıl doldurabiliriz kaygısına sürükledi. Bu kaygının ilk uyaranı, tecrübesinden de olacak ki, Tuvana Simin Günay oldu.
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar, belgeselin en klasik uygulaması olan konuşan kafalar formatını kullanıyor. Canlı tanıklıklar, belgeselin bel kemiğini oluşturuyor. Bu yöntem çoğu zaman çok düz ve basmakalıp olarak görülür. Seyircinin algısının da bir süre sonra dağılmasını engelleyemeyen bir gidişatı vardır. Lakin belgeselde bu ton sürekli yapılan zekice hamlelerle dağılıyor. Örneğin altyazı veya simultane çeviri kısımlarında anlatılanlar veya araya giren ses kayıtları, seyirciyi kahkahaya boğuyor. Bizzat kendimden biliyorumJ Bu noktada Tuvana Simin Günay ile birlikte nasıl çalıştınız? Ne kadarında Günay’ın katkısı var? Nerelerde kimin fikri baskındı? Zıtlaştığınız, ters düştüğünüz, son anda vazgeçtiğiniz şeyler olmuştur diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Tuvana ile ben üniversitede aynı bölümden mezunuz ve on yıldan bu yanadır da yakın arkadaşızdır. Ekipteki çoğu arkadaşım için de öyle. Haliyle birbirimizi iyi tanıdığımız gibi çalışmaya gösterdiğimiz özen, bu yakınlığımızdan epey fayda gördü. Çünkü ortak bir çabayı buluşturmaktı arzu ettiğimiz. Elbette ki anlaşmazlık yaşadığımız durumlar olmuştur, bu da gayet normaldir esasen. Çünkü bütün dikkatimizin amacı, belgeselin en iyi akışını bulmaktı. Öyle olduğuna da inanıyorum. Burada Tuvana’nın hem kurgucu olarak hem de yaratıcı yönetmen olarak katkısı büyük. Ve sahiplenici tavrıyla fikrini savunuyor olması beni en etkileyen tarafı olmuştur. Bu konuda kendisine tekrardan teşekkür ediyorum.
Ben ülkemizi iflah olmaz bir Alzheimer hastası olarak görüyorum. Hafızasına hiç sahip çıkamamış ya da çıkartmamışlar. Adeta hafızası dolan bir bilgisayara yapıldığı gibi belli aralıklarla ülkenin belleğine reset atılıyor. Bu nedenle arşiv çalışmasına ihtiyaç duyulan sizinki gibi işlerde delirmemek elde değil. Nasıl metanetli bir şekilde çalışmaya devam edebildiniz? Sanırım kişisel arşivler biraz yardımcı olmuş, değil mi? Yanılmıyorsam gösterim sonrası yapılan söyleşide dernekten tek bir belgenin kaldığını aktarmıştınız. Doğru mu hatırlıyorum?
Türk Sinematek Derneği’ne ait bir yapının/mekânın yahut görsel materyallerin günümüze ulaşamamasından kaynaklı sözlü anlatımlarla çevrelemek durumundaydık. Tabii bunu savunu olarak dile getirmiyorum, elbette ki farklı anlatım biçimi de bulunabilinirdi, biz kişiler özelinde olmasını kıymetli bulduk. Ama bu minvalde bahsetmek isterim, ülkemizde birikimli ilerlemenin arşivcilik faaliyeti üzerinden kurulacağına dair bilincin hala yerleşmemiş olması ve geçmişe dair bilincin yok edilmesi yapılmak istenen her çalışmayı böylesi sınırlandıracaktır. Burada 12 Eylül 1980 Darbesi’nin geçmişe yönelik nasıl bir yıkım bıraktığını görebiliriz. Ama fikirlerimiz hala ayaktadır.
Aslında bizden önce Onat Kutlar Kitabı’nı hazırlayan Turgut Çeviker oldukça özenli çalışmasıyla ve derlediği arşiviyle büyük katkı sağladı. Daha sonra Jak Şalom ve Ömer Pekmez’in Türk Sinematek Derneği özelinde koruduğu arşivler de eklendi. Tabii aile üyelerinin de bu konuda katkısı büyük. Daha sonra yurtiçi ve yurtdışı kurumları, Matthias Kyska ile epey sorguladık. Bu kurumlar özelinde Fransız Sinemateki, Bulgar Sinemateki, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Uygulama ve Araştırma Merkezi, Mithat Alam Film Merkezi’nden önemli dokümanlar elde ettik diyebilirim. Tabii Türkiye’de arşiv kültürünün yerleşebilmesi adına imkânları yeterli diyeceğimiz kurumların sayısı çok azdır. Bu sebepten kişisel arşivlere de ihtiyaç duyarsınız. Türk Sinematek Derneği’nden geriye tabii görsel materyalimiz çok sınırlıdır, herhalde 5-6 fotoğraf kadardı. Kalan çokça detay da var aslında fakat kısa tutmak adına özetlemek isterim bu kadarını.
Bu kadar şey konuşmuşken Türk Sinematek Derneği ve Onat Kutlar’ın Yeşilçam ile olan tartışmalarını konuşmadan olmaz. Belgeselde de bu konuya değiniyorsunuz. Sami Şekeroğlu’nun Yeşilçam yönetmenleriyle birlikte oluşturduğu karşı cepheden bahsediliyor. Lakin her şey tek taraflı anlatılıyor. Hatta filmin ilk gösteriminin ardından yapılan söyleşide biri “Neden karşı tarafı da dinlemediniz?” gibi bir soru soruyor. Zira Sami Şekeroğlu ve bazı Yeşilçam yönetmenleri hâlâ hayattalar. İsteseniz çok rahat onlarla da konuşabilir, onların tanıklığına da başvurabilirdiniz. Ama seyircilerden birisinin, biraz da serzeniş içeren sorusuna karşılık net bir cevap veriyorsunuz: Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinematek’i ve Onat Kutlar, taraflı bir belgeseldir. Biraz bu taraflı olma meselesinden de bahsedebilir misiniz?
Taraf olmayı belirtmeden önce değinmem gereken bir öncelik var. Bu sayede taraf olmanın dengeleyen kararını da netleştirmiş oluruz. Belgeselimiz Türk Sinematek Derneği alt metni ile kurulan bir anlatıya sahip. Orada çoğu izleyici için sinemaya özgü kavramlar ile tanışma olduğu gibi Sinematek özelinde bir özdeşleme de doğal olarak yerleşir. Böylece Türk Sinematek Derneği tarafının gelişme aşamaları yeterli şekilde bilinirken Türk Film Arşivi’nin gelişme aşamaları kısa tutulduğu için anlatıda güçsüzleşir. Bu durum taraf tutma amaçlı değil tamamen belgeselin hikâye odağıyla ilgilidir. Çünkü Türk Film Arşivi özelinde kurulması gerekli alt metnin ve tartışmanın bazı uzun değinilere ihtiyacı vardır. Bunlar: Kemal Tahir’in düşünce mirası, Sencer Divitçioğlu’nun “Asya Tipi Üretim Tarzı”, Halit Refiğ’in “Ulusal Sinema” anlayışı, önceki dönem politikasından kalma Menderes Çizgisi’nin Yeşilçam Düzeni’nde devam etmesi ve Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu (FIAF) hakkında bir değerlendirme… Bütün bunlar belgeselin hacmine yeterli anlamda yerleşemeyeceği gibi Türk Film Arşivi tanıklığında olacak olan konuşmacıları da zayıf bir anlatı içinde bırakacaktı. Aslında bakıldığında etik anlamda doğru bir karar aldığımı düşünüyorum. Hatta bu durumun zaten farkında olarak hem akademik anlamda “çatışmayı içeren” çalışmaların gerekli olduğunu hem de Türk Film Arşivi özelinde bir belgeselin de kıymetli olacağını düşünüyorum.
Yine de görüşülebilinir miydi? Evet. Hem kişi olarak çokça sorunun cevabını alacağım gibi hem de belge kıymetinde değeri olacaktı. Fakat, Türk Film Arşivi’nin geçmişten bugüne faaliyetini ve gelişimini aktaran akademik çalışmaları hasarlı bulmamla da kararım biraz kişiselleşti. Çünkü anlatılarında Türk Sinematek Derneği için ayırdıkları her değini çok fazla yadırgatıcı cümleler içerdiği gibi geçmiş dönem bakışını da sürdürdüklerini gösteriyordu. Bu “karşılaşma” yapmak istediğim çabayı da bir savunu olarak sahiplenme kararına götürdü.
Şimdi geçen zaman ve esere odaklı yönelimden dolayı ister istemez romantize olur kişi. Bunu da dengelemek için Türk Sinematek Derneği özelinde birkaç eleştirinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu tavrı belgeseli yürütürken de sürdürmeye çalıştım. Türk Sinematek Derneği’nin kuruluş dönemine ilişkin Yeni Sinema Dergisi yazarları “İyi Sinema” gelişimi olarak, birazda “Açık Oturumlar”dan çıkardığım, “Fransız Yeni Dalga” sinemasının entelektüel adımlarına odaklanır. Haliyle yeni gelecek kuşağın genç sinemacılarına bir sorumluluk yüklenir. Fakat bu çıkışta göz ardı edilen yahut da kısmi olarak girişimi olunan bir “zemin” hazırlığı eksik kalır. Nasıl ki “Fransız Yeni Dalgası”nın çıkışı adına dönemin sinema yazarlarının kurulacak sinema için finansal olanakları yaratması ve kendilerinin ilk adımı atıp doğacak zemini kazandırması vardır; aynı imkân kazanımı içinde Türk Sinematek Derneği’nin bu planlamada yönelimi gereklidir. Fakat bu gereğince yapılmadığı gibi dönemin “Devrimci Genç Sinemacıları” bu nitelikte hareketlenemediği için eleştirilir. Bu tavır yeni bir çatışmanın konusu olurken, teoride yazımı önemseyen Yeni Sinema Dergisi yazarları “elini taşın altına koyma” konusunda bana göre yeterli sorumluluk almamıştır.
Geçmiş dönem eleştirisi ve dengeleyici olmaya rağmen bu belgeselin yapıcıları “taraf olma” hakkına sahiptir. Anlatımızın: “Yeşilçam’da Bir Hayalet Dolaşıyor!” bölümü doğruda durmak için dengeleyici bir tutum alır. Bunu seyri, deneyimlemiş olanlar da fark edecektir. Fakat anlatının dışında kişi olarak Türk Sinematek Derneği’ni ve Onat Kutlar’ı savunmayı bir sorumluluk olarak görürüm.
Seksen darbesiyle hayatımızdan birçok şeyin çalınması gibi Türk Sinematek Derneği de yok ediliyor. Lakin hemen ardından sinematek ruhu, Uluslararası İstanbul Sinema Günleri ile devam ediyor. 1989 yılında da Uluslararası İstanbul Film Festivali adını alıyor. Velhasıl kelam, İstanbul Film Festivali’ni bir nevi Türk Sinematek Derneği’nin geleneğini devam ettiren bir oluşum olarak düşünebiliriz. Ne mutlu ki siz de belgeselinizin prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yaptınız. Bu özellikle planlanmış mıydı? Yoksa o şekilde mi denk geldi? Ve tabii filmin bundan sonraki yolculuğu hakkında nasıl planlarınız olduğunu da öğrenmek isteriz.
Festivaller sonrası üniversitelerin ve ilgili kurumların daveti ile gösterimlerimizi katılımlı olarak bir süre daha sürdürüp konu odağında sorularını yanıtlamak isteriz. Filmin festival sürecini ise yapımcımız Matthias Kyska, bizi daha iyi aydınlatabilir.
Matthias Kyska: Filmin prömiyerinin İstanbul Film Festivali’nde yapılması özellikle planlanmamıştı. Post-prodüksiyon çok uzun sürdüğü için filmin ne zaman biteceğini planlamak mümkün değildi. Ancak filmi Ocak 2023’te, İstanbul Film Festivali’nden hemen önce bitirebilmemiz şanslı bir tesadüf oldu diyebiliriz. Filmi yaz aylarında İstanbul’da düzenlenecek Documentarist Festivali’nde göstermeyi umuyoruz. Ayrıca filmi Eylül ayında gerçekleşecek Adana Altın Koza Film Festivali’ne de göndermeyi planlıyoruz. Filmi Türkiye dışında birçok uluslararası belgesel film festivaline gönderdik ve şu anda bu festivallerin kararlarını bekliyoruz.
Belki daha ilerisi için planlarınızdan da biraz bahsedebiliriz. Yönetmenlik yapmaya devam edecek misiniz? Kafanızda tasarladığınız bir proje var mı? Genelde bu tarz belgesellerin araştırma sürecinde yaratıcının zihninde yeni yeni pencereler açılır. Benzer bir konuya odaklanan bir belgesel ya da bambaşka bir konu ile ilgili belgesel veya kurmaca bir film fikri var mı?
Evet, değerlendirmesini yaptığım bazı araştırma konuları var. Tabii uzun vadeli düşünmek gerekiyor, haliyle adımlamak için çok erken. Ama bir süre daha belgesel odağında kalacağım. Yeterli bir olgunluğu kazanmam gerektiğini düşünüyorum.