Şehirler, üzerinde yaşayan insanlar hakkında önemli ipuçları verir. Çünkü şehirler insanlarla birlikte büyür. İnsanlar kötü bir yola doğru ilerliyorsa, şehir de doğal olarak kötü bir istikamete ilerler. Roma (1972) filmi bunun en açıklayıcı kanıtlarından biri olarak karşımıza çıkar. Film, metropol insanının kaderini gösterir bizlere; aslında hiç de yabancısı olmadığımız dünyayı yani.
60’lı yılların sihirbaz yönetmeni Federico Fellini, 70’li yıllarda da hem yaşadığı dönemden hem de tarihin derinliklerinden önümüze getirdiği hikâyelerle bizi büyülemeye devam etti. Bu hikâyeleri anlatırken eşine rastlanmaz bir sinema dili oluşturdu ve bu dil, bütün sinema tutkunlarını aşırı derecede etkiledi. Roma; Fellini’nin anlattığı hikâyelerin en etkileyicilerinden biri. Ayrıca bizim coğrafyamızda doğup büyüyen herkes için çok tanıdık bir hikâye.
Filmde, Fellini’nin dünyasından farklı farklı parçalar görürüz. İlk olarak 70’li yıllarda renksizleşmeye başlamış ve postmodern bir görünüme büründürülmeye çalışılan bir Roma çıkar karşımıza. Yeni plazaların, metroların, yolların yapıldığı; insanların birlikte olamadıkları, giderek bencil ve yalnız bireyler hâline geldikleri, sadece yaşlıların değerlere sahip çıkmaya çalıştığı bir Roma… Fakat ilerleyen dakikalarda şehrin geleneksel yüzüyle karşılaşırız. Fellini’nin gençliğini temsil eden karakter, bir akşam yemeğine katılır. O andan itibaren Fellini’nin gençlik dönemindeki Roma’ya tanık oluruz; insanların birbirini sevdiği, koruyup kolladığı ve birlikte vakit geçirebildikleri bir Roma’ya.
Filmin diğer bölümlerinde ana karakterin cinsel hayatı ve inanç dünyasını da gözlemleme fırsatı buluruz. Karakterin şehre tren istasyonunda ilk adımını attığı andan itibaren kadınlara olan ilgisi şekil değiştirir. Yemek yediği yerlerde kadınları gözlemler. Yol kenarlarında hayat kadınlarıyla karşılaşır ve onlarla ilişkiye girmeye teşebbüs eder. Katedral sahnesinde tasvir edilen Katolik ayinleri ise dine karşı gelişen bakış açısını gösterir. Dumanlarla ve ışıkla oluşturulan koreografi, dinin ilk andan itibaren baskı unsuru olarak görüldüğünü betimler. Karakterle birlikte tanık olduğumuz bu sahneler, dönemin insanlarına ve Fellini’nin hayatına dair fikir edinmemizi sağlar. Şehir tıpkı bu genç adam gibi büyümektedir. Genç adam da şehrin gizemli yerlerini keşfetmektedir.
Mussolini dönemi de filmde önemli bir yer teşkil eder. Çünkü ülkede başlayan bozulmanın başlangıç zamanı tam da o yıllara denk gelmektedir. Genç insanlar bu dönemde militarizmin şeytani yüzüyle doğrudan temas kurarlar ve bu temas yirmi yıl sonra gelecek kuşağa dolaylı olarak sirayet eder. Roma bu noktadan itibaren kabuk değiştirmeye başlar. Bu değişimi trafik sahnesinde gördüğümüz taraftarlarda, motosikletli gençlerde ve seyir hâlindeki diğer araçlarda, genç adamın şehre geldiği sahnedeki insanların davranışlarında, ayrıca metro inşaatı sahnesindeki telaşlı ve korkak mühendislerde gözlemleyebiliriz.
Ana karakterin olduğu renkli ve geleneksel akşam yemeği sekansından sonra gerçek Roma’yla bir kez daha doğrudan temas kurarız. Trafikte seyir hâlinde olan insanlar yeni Roma’yı birebir temsil ederler. Şehrin bozulan ve bozulmayan kesimi, aynı yolda seyir hâlindedir. Bu durumu, ortaya koydukları kimi normal kimi insanlık dışı tavırlardan anlarız. Taraftarlar diğer araçlara sebepsiz yere taşkınlıklarda bulunurlar ve gürültüleriyle bütün trafikte kaos etkisi yaratırlar. Motosikletli grup da en az taraftar grubu kadar trafiği etkiler. Araçlarıyla seyir hâlinde olan insanların birçoğu da kornalarıyla ve küfürleriyle bu kaosa dahil olurlar. Bu tabloya artık herkes alışkındır.
Film bize oldukça güçlü ve bir farklı hikâye anlatır. Özellikle filmin Roma’nın yeni hâlindeki insanları bayağılaştırarak tasvir ettiği kısımlar, anlatılan ana fikri güçlendirmede büyük bir rol oyar. ”Genç Fellini” Amarcord (1973) ve I clowns (1970) filmlerindeki ana karakterlere fazlasıyla benzemektedir. Eski zamanın insanları tıpkı Amarcord’daki kasabalılar gibi yer, içer, düşünür, inanır ve eğlenirler. Hikâye anlatımına da bakıldığında Amarcord ve Roma birbirini tamamlayan iki film gibi görünür.
Filmin teknik ayrıntıları normal bir Fellini filminden çok daha farklı özelliklere sahip. Klasik Fellini filmlerinin sinematografisine, 60’lı ve 70’li yıllarda izlerine sıkça rastladığımız hareketli kamera kullanımı da eklenir. Bu da filme belgeselvari bir hava katar ve etkileyiciliğini fazlasıyla arttırır.
Filmde tanık olduğumuz eski Roma, bana yıllar öncesinin İstanbul’unu anımsattı; yeni Roma da şu anki hâlimizi. Fakat bizdeki bozulma Roma’dakinden daha sert bir biçimde yaşandı. 80 darbesinden sonra ülkemize giren kapitalizm, bizi kültürel olarak büyük bir bozguna uğrattı ve çözülmemizin başlamasına önayak oldu. Örneğin Roma’da ne olursa olsun korunabilmiş olan sanat eserleri, İstanbul’da yok olmaya yüz tutmuş vaziyetteler. Bu da bizim durumumuzun umutsuz bir hâle evrildiğini gösterir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şehri görmezden gelmek yerine, biraz etrafımıza bakınsak daha güzel olmaz mı?
Müjdat Çetin