My Dinner With André (1981)
İki arkadaş ve bir yemek masasında geçen iki “uçsuz bucaksız” saat… Andre Gregory ve Wallace Shawn’ın, beraber yedikleri bir akşam yemeği boyunca ettikleri unutulmaz sohbeti kaleme alıp beyazperdeye taşımasıyla ortaya çıkıyor My Dinner With André. Bu iki saatlik sohbet, insanı merkezine alarak asırları, insanlık tarihini, dünya gündemini, mikro evrenden makro evrene geniş bir zaman, mekân ve kavram kitlesini kapsayan bir panorama hâline geliyor, üstelik düşünmek, yorumlamak ve dile getirmekten başka hiçbir eylem olmaksızın. Film, çarpıcılığını tek kişinin ağzından uzun bir söylevle ortaya koymaktan ziyade her bir konuşma paragrafını, bir sohbet biçiminde karşılıklı ilerleterek, yani sözcükleri ve cümleleri birbiri üzerine inşa ederek yakalıyor. Ve bizlere de iki saat boyunca, aşağıda bir kesitini verdiğimiz bu unutulmaz sohbete eşlik ederken kendi dünyamızı, çevremizi, kişiliğimizi sorgulamak kalıyor:
Andre: Mevsimler gibi ya da kış, soğuk gibi büyük şeylerin bizi etkilemediği bir çevrede yaşıyorsak bunun bizim için bir anlamı var olur mu Wally? Demek istediğim, bizler de sonuçta birer hayvandık. Yani… bu ne demek oluyor? Bana kalırsa güneşin, ayın, gökyüzünün ve yıldızların altında yaşamaktansa şu an hepimiz kendi yaptığımız bir hayal dünyasında yaşıyoruz.
Wally: Evet, ama bu yüzden elektrikli battaniyemden asla vazgeçmezdim Andre. Çünkü New York’ta kışları hava soğuktur. Yani evimiz soğuk! Bu, değişik bir ortam. Hayatımız yeterince zorlu. Rahatlık ve konfor veren şu birkaç şeyden kurtulmaya çalışmıyorum. Tam tersine daha çok konfor arıyorum çünkü dünya oldukça yıpratıcı. Bir anlamda kendimi korumaya çalışıyorum çünkü, gerçekten, etrafına baktığın her yerde seni daha da yıpratan bir darbe var!
Andre: Ama Wally, rahatlığın tehlikeli olabileceğini görmüyor musun? Sen rahat olmak istiyorsun ve ben de rahatlık arıyorum, ama bu rahatlık bizi tehlikeli bir uyuşukluğa sürükleyebilir.
Konuşmanın geneline baktığımızda geçim sıkıntısı içindeki bir yazar olan Wallace’ın, kapitalist dünyayı kabul edilebilir göstermeye çalıştığını görüyoruz. Buna karşılık olarak Andre ise her seferinde doğal ve “ilk-el” olana yönelmeye; küresel boyuttaki buhranlara ve 21. yüzyıl insanının bireysel sorunlarına yapaylıktan uzak bir dünyada çözüm aramaya çalışıyor. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda ikilinin arasında geçen bu konuşma, özellikle son yarım asrın en büyük küresel problemi olan kapitalizmin vitrinine yöneltilen bir darbe niteliğinde. Bu vitrinde bize sunulan “konfor” ve “rahatlık”, bir çeşit uyuşturucu işlevi görerek bizi kendine bağımlı hâle getiriyor. Hayatımıza sonradan giren yapay alışkanlıklar, bir noktadan sonra tıpkı Wally’nin elektrikli battaniyesi gibi vazgeçilmezimiz hâline geliyor. Ancak yağmura karşı şemsiyelerimizi kapatıp damlaların serinliğini, bütünlüğünü hissetmedikçe yağmur, bizim için yağmış sayılmaz. Aldığımız nefesten tadına baktığımız her lokma için de aynı durum geçerlidir. Bunun farkına varıp bizi rehavetle uyuşturan korunaklarımızdan çıkmadıkça biz de yaşamış sayılmayız.
Rabia Elif Ozcan