Bu ayki dosyamızda toplumun çoğunluğu tarafından manevi anlamda kutsal kabul edilen din, evlilik bağı, bekâret, aile gibi kavramları sert bir şekilde ele alan, toplumun hassas olduğu ensest, kürtaj, ötanazi, eş cinsellik gibi yaşam biçimlerinin, ilişkilerin ve seçimlerin katmanlarını kurcalayan filmleri derledik.
Başlığını belirleyen “kitle” kelimesini, toplumu ve genelgeçer değerleri temsilen kullandığımız dosyamızla karşınızdayız.
4 Months, 3 Weeks, 2 Days (Christian Mingiu, 2007)
En az on çocuk sahibi kadınlara “Milli Kahraman” nişanesinin verildiği Çavuşesku Romanyası’nda, sona erdirilen hamileliğin safhasıyla alınacak hapis cezası doğru orantılıdır.
Üniversite öğrencisi Gabriela, biraz “dikkatsiz” davranmıştır. Arkadaşının arkadaşına yardım ettiğini duyduğu bir adama telefonla ulaşır. Yurttan oda arkadaşı Otilia, “işlem” in yapılacağı otel odasına kadar her ayrıntıda -bazılarına emrivakiyle de olsa- yardıma koşar. Adam hakkında isminden başka hiçbir şey bilmezler. Otilia aynı gece erkek arkadaşının annesinin davetine de katılmak zorunda kalır. Bir saat önce korkunç şartlara katlanarak “yasa dışı” bir eyleme iştirak etmişken şimdi doktorlarla dolu bir masada, sevdiği adamın yanında “taşradan okumaya gelmiş avam”dır. Midesi bulanırken içini kemiren bir kurt: Ya ben de hamile kalırsam?
4 Months, 2 Weeks, 3 Days ‘te film müziği duyulmaz. Çavuşesku rejimi, tüm durağanlığı ve her yerdeki memurları ile arka plandayken, kısıt ve yasaklar gözünüzün önünden bir bir geçer. Kürtaj bir adım öne çıkar ve sonda, mikrop, “kan her yere bulaşırsa”, “hapis”, “köpeklerin kazıp çıkarması” gibi sözler ile gri bir değerler evreninde kendini anlatır. (Büte Kıraşı)
Çoğunluk (Seren Yüce,2010)
Aydın tanımını küçümseyenlerin, diyalektik çemberin farkında olmayanların, öğrenilmesi gerekenler dışında bir şey öğrenme ihtiyacı duymayanların, bildikleri tek çemberi din-toprak-bayrak üçgeniyle yuvarlayıp o çemberin dışında kalanlara “bir tuhaf” bakanların hikâyesi bu. Gücünü nitelikten değil, nicelikten alanlar onlar. Her koşulda tebâya tam uyum gösterenler. Uymayanı kapıların dışında bırakanlar. Ancak bu bir olumla “aidiyet” hisseden ve korkacak şeyi kalmayanlar.
Orta-üst sosyal sınıfın aile dokusunu izlek alırken, yekpare gibi duran hâllerin demonteliğini, her bir faşizan tutumun nasıl da edepsizce bir diğerini doğurduğunu anlatıyor Çoğunluk. Hepimizin sıkça karşılaştığı geleneksel aile portreleri resmediliyor hünerli ellerle. Hepimizin tanıklık ettiği, çoğu zaman da ses çıkartamadığı/çıkartmadığı usulsüzlüklerin saçını çekip kaçıyor ve “kontak kurmadan”, “ötekileştirerek” yaşadığımız her anı aklamak üzere hamama girmişken elbiselerimizi araklayıp bizi çıplak bırakıyor.
Bilhassa erkek egemen toplumsal yapıda kabul görmüş, hatta her biri birer “koltuk kabartan” detaya dönüşmüş, artık ne yazık ki aleladeleşmiş tüm genellemelere dair bir soyunmaya dönüşüyor film. Biz tüm hikâyeyi ailenin oğlu Mertkan’ın ekseninden seyrediyor olsak da, -Gül, anne, gündelikçi kadın, taksici adam gibi- “yabancılaştırma efekti” karakterler sayesinde, bu erkler ve ötekileştirmeler silsilesine sadece onun zaviyesinden bakmıyor oluyoruz. Çift anadal bir seyir süreci geçiriyoruz iş böyle olunca. Rahatsızlık duyduklarına giderek aşina olan birinin dönüşümünü, babadan oğula geçen küflü çürük bir kavuğa heves edişini, o kavuğu başına şöyle bir “oh” çekerek geçirmesini ve “çoğunluk”tan aldığı güç duygusunun temelinde var olan “tanımadığı- tanımaya çalışmadığı şeyden korkma” hâlini görüyoruz. Çoğunluk. Dünya hâli. (Tuğçe Güleç)
Dogtooth (Giorgos Lanthimos, 2009)
Kelimelerin ve kavramların yeniden üretildiği, dış dünyayla iletişimlerinin kesildiği bir dünyada yaşayan üç kardeşin, köpek dişleri düşene kadar evi terk etmeleri yasaklanmıştır. Ailenin kapılarını aralayabilen kişi, evin genç erkeğinin cinsel İhtiyaçlarını karşılamaktan sorumlu ve film boyunca adını bildiğimiz tek karakter olan güvenlik görevlisi Christina’dır. Ancak Christina, ailedeki tuhaflıkları sorgulamaya başladığı an, otoritenin yok edici gücüne maruz kalır.
Aile kavramını çeşitli yönleriyle ele alan pek çok filmden ayrılıyor Dogtooth. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek ailede babanın rolü üzerinde bizi düşündürmeyi ve sarsmayı başarıyor. Modern çağın içinde “eve ekmek getiren” babanın, bütün yetkisini uçlarda kullanarak çocukları üzerinde kurduğu tuhaf korku imparatorluğunu büyük bir şaşkınlık içerisinde izliyoruz. Diğer yandan da hikâye, sessizce kendini insan doğasının karanlık sularına bırakarak yaşadığımız bu şaşkınlığı üzerimizden kısa sürede atmamızı sağlıyor.
Unutmayın, sizi zamandan ve mekândan soyutlayan, biyolojik süreçleriniz kadar anlamlandırma zemininizi de kontrol edebilen bir baba, eğer bahçenize giren kedinin aile için büyük tehdit oluşturduğunu söylüyorsa, ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz demektir. (Nil Yüce)
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (Stanley Kubrick, 1964)
“En kötüsü mizahtır.” derler. Öldürmez, süründürür. Hele kara mizah, sürüm sürüm süründürür. Stanley Kubrick’in, filmografisinde tek bir defaya mahsus denediği komedi türündeki filmi Dr. Strangelove, kara mizahın en güzel örneklerinden birisi. Kubrick, Amerika ile Rusya arasındaki nükleer krizi ve ardından atom bombalarıyla gelen hayali kıyameti nükteli bir dille anlatır. Favori oyuncusu Peter Sellers’i beş farklı karaktere bürüyüp ince bir mizah duygusu yaratır.
Toplumda ordunun yeri her zaman ayrıdır. Her toplum resmi geçitlerde kendi ordusunu, topunu tüfeğini gurur duyarak seyreder ve tarihte kazanılan zaferlerini yad eder. Kubrick ise Dr. Strangelove‘da toplumun kutsal kıldığı militarizm kurumunun mantığını deşifre etmeye, savaşın diplomatik süreçler içinde nasıl irrasyonel bir hâl aldığını göstermeye odaklanır. Tabiri caizse savaşı ve orduyu acımasızca eleştirir. Fakat bu acımasız eleştirilerini öylesine derinlere gömer ki militarizme yönelttiği okları hemen fark etmek mümkün olmaz. Kara mizah sayesinde konuyu absürtleştirme yoluna gider. Savaşın saçmalığını göstermek için karakterlerin saçma, uçarı hâllerini öne çıkartır.
Her Kubrick filmi gibi başarılı, adımları emin ve teknik anlamda pürüzsüz bir yapımdır Dr. Strangelove. Birçok unutulmaz sahneye ve diyaloglara sahip olan filmde benim en çok güldüğüm replik ise şudur:
“Beyler! Burası savaş odası! Burada kavga edemezsiniz!” (Emrah Öztürk)
Eyes Wide Open (Haim Tabakman, 2009)
İsrail’den bir yasak aşk hikâyesi… Kudüs’te yaşayan, evli, çocuklu ve dindar bir Yahudi kasap olan Aaron, bir gün kendisinden iş isteyen Ezri genç bir adamı dükkânına kabul eder. Okuldan atılmış ve sevgilisi tarafından terk edilmiş olan eş cinsel Ezri, geceleri dükkânın odalarından birinde kalmaya başlar. Dışlanmış bu genç adam, Aaron için bambaşka bir hayat ihtimalini gündeme getirir.
Haim Tabakhman bu ilk uzun metrajlı filminde, oldukça kapalı ve inançlarına bağlı bir topluluğun içerisinde bireylerin kendi yaşamlarının ne derece sahibi olabileceklerini ve bu düzen içerisinde hangi sınırlarda dolaşabileceklerini irdeliyor. Ezri, toplumdan ötelenerek örselenen ruhunu bu kesimden biriyle birlikte olarak iyileştirmeye çalışırken Aaron ise derin bir uyku içerisindeki ruhunun uyanışına tutunmaya çalışıyor, kendisinden kolayca vazgeçmeyeceği arkadaşları ve ailesine karşı vazgeçmek istemediği bir aşka sığınıyor.
En nihayetinde umutsuz bir son diyemesek de mutlu bir son da vaat etmiyor Eyes Wide Open. Yine de imkânsız bir aşkın yarattığı infialle, kapalı toplumların fiyaskolu örtbas geleneklerine, bir anda herkesin malumu olabilecek sırların insancıllığına dair etkileyici şeyler söylüyor. (Simon Sağlamoğlu)
Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz, 1978)
İhsan Yüce tarafından yazılıp Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı ve efsane bir kadro genişliği barındıran Kibar Feyzo, 70’li yılların Türkiye’sine dair oldukça etkileyici bir film olup büyük bir hayran kitlesine sahiptir. 1980 Darbesi sonrasında uzun yıllar yasaklanan, sonrasındaysa televizyon ekranlarında yoğun bir şekilde gösterilen Kibar Feyzo, Doğu’nun feodal düzeni ile Batı’nın siyasi hareketliliği ve ayrıksılığı arasında gidip gelen Feyzo’nun trajikomik isyanını anlatır.
Sevdiği kızla evlenebilmesi için gerekli başlık parasını biriktirmek için şehre göç eden Feyzo (Kemal Sunal), şehirde başlık parası düzeninin kalktığını görür ve bununla birlikte Batı’ya ait birçok başka bilgiyi köyüne ulaştırır. Feodal düzenin temsili köy ağasının baskısı altında yaşayan köylüleri uyarma görevi üstlenen Feyzo, bu bir nevi aydınlanmış hâliyle kaçınılmaz şekilde iktidar tarafından istenmeyen adam ilan edilir.
Hikâyesini mahkeme salonunda, hakime (kameraya) bakarak anlatan Feyzo, aydınlanışı ve isyanıyla birlikte feodal düzenin kokuşmuş yapısını elinden geldiğince ifşa etmeye uğraşır, farklı yerlerdeki farklı iktidar güçlerinin birbiriyle ilişkili yapısını gözler önüne serer. Tüm bu çabaların geldiği nokta düzenin yıkımını sağlayamasa bile bilinçliliğin önemini vurgular, isyankâr bir umuda sığınır. (Simon Sağlamoğlu)
Lâl Gece (Yön. Reis Çelik, 2012)
Yeni Türk Sineması’nın önemli isimlerinden Reis Çelik’in yönetmenliğini üstlendiği Lâl Gece, ‘çocuk gelin’ temasını yeni bir bakışla işleyerek 2012’nin dikkat çeken yapımları arasında yerini almıştı. Film, töreler gereği evlendirilen, hapisten yeni çıkmış 50’lerinde bir adamla 14 yaşındaki bir kızın zifaf gecesini anlatır.
Çelik, giriş kısmında verdiği yanıltıcı ipuçlarıyla öykünün esas seyir yönünü gizler. İkinci bölümde ise çocuk gelinlere yönelik genel yargıların menzilinden şaşmaz. ‘Masum, küçük bir kızla evlenen yaşlı adam’ın yergisini yaparak ilerler. Ancak üçüncü bölüm olarak kabul edebileceğimiz kısma geldiğimizde Çelik, yaşlı adamın dramını anlatarak her iki tarafın da çaresizliğini, en çok da ataerkil bir toplumda ‘erkek’ olmanın yükünü vurgular.
Lâl Gece, oldukça hassas bir konuyu cesurca işleyerek basmakalıp görüşlerin dışına taşan bir film… Törelerin ve ataerkil toplumların adil olmayan yapısını eleştirirken tek bir zaman diliminde ve dar bir alanda seyirciyi labirentlerin içine sokmakta. Binbir Gece Masalları’ndaki Şahmaran eğretilemesiyle de derinleşen film, sembolik bir dile ve yoğun diyalog kullanımına sahip. Yönetmen koltuğundaki Reis Çelik’in tatmin edici yönetmenlik denemesiyle birlikte İlyas Salman ve Dilan Aksüt’ün performansları da hayli başarılı. (Emrah Öztürk)
Martha Marcy May Marlene (Sean Durkin, 2011)
Sean Durkin’in ilk filmi Martha Marcy May Marlene, mülkiyet odaklı tüketim toplumunun farklılıklara tahammülü olmayan, bir amaç olmaktan uzaklaşarak araç hâline gelen, bireyselliğini kaybeden insanına keskin bir eleştiri getirirken, toplumsallaşmanın bireyin var oluşuna ket vurduğunun da altını kalınca çizer. Çevresindekilerin yapaylığından bunalmış, kendi farkındalığını kazanma uğraşında bir genç kadını merkeze oturtan film, onun alışılagelmiş toplumsal düzene pek benzemeyen hiyerarşik bir yapının içindeki var olma çabalarını, duyduğu aidiyet hissiyle mücadelesi özelinde anlatır.
Bireyin dürtülerine teslim olmasının getiri ve götürüleri, gerçek mutluluğun ezberletilenlerden ne denli farklı olabileceği gibi düşündüren ve sorgulatan taraflara da eğilen film, Amerikan Bağımsız Sineması’nın son dönemdeki en leziz işlerinden.
The Dreamers (Bernardo Bertolucci, 2003)
Düşün süreçlerinde iç dünya-dış dünya, birey dönüşümü, izolasyon okumalarının önemli yer tuttuğu Bertolucci sinemasında The Dreamers, savaşma seviş çağı arka planındaki vurgularıyla bu inşaya bir tuğla daha ekliyor. Paris’te geçen hikâye, 1968 baharının harlı günlerinde sinema aşığı Amerikalı Matthew ‘un yaşıtı iki kardeş ile tanışması, değişim rüzgarlarında mutluluktan uçan bu üç gencin bu ilişkiyle sırlardan örülü bir durağanlığa doğru evrilişi üzerine.
Matthew ‘un Isabelle ve Theo ile ilk zamanları, şiddet karşıtlığı, sanat ve hürriyet ile beslenen bir öğrenci arkadaşlığı iken, evlerine taşındıktan sonra gencin tanıklıkları başlar: İki kardeş arasında aşk ve belirli bir dereceye kadar cinsellik de içeren güçlü bir bağ vardır. Sıklıkla fiziksel yakınlaşma, çıplaklık, en mahremin dahi ifşasını içeren kardeşlik ilişkisi, bu yeni katılımcı ile hem dönüşür, hem de duvarlarını güçlendirir. Hür olmak, sivil bir güç olabilmek, yaşamın tadını çıkarabilmek, bir araya gelmelerini sağlayan dünyanın savunduklarıdır fakat sadece üçünün paylaştığı mahremiyetle kurdukları yeni dünya tüm bunları bir kenara itmek demek olacaktır. Peki bu “hür” dünyanın sınırları nerededir? (Büte Kıraşı)
The Kids Are Alright (Lisa Cholodenko, 2010)
Lezbiyen anneleri Jules ve Nic ile birlikte yaşayan Joni ve Laser, annelerinin sperm donörüyle tanışmak isterler. Sakin hayatlarında her şeyleri bir şekilde yolunda giden gençler, biyolojik baba Paul ile yüz yüze geldiklerinde karşılarında eğitimini tamamlamış bir başarı hikâyesi bulamayınca çok şaşırırlar. Ancak Paul ile vakit geçirmek de çok hoşlarına gider.
The Who’nun aynı adlı şarkısına da göndermede bulunan The Kids Are Alright’ta mükemmel olmayan Paul’ün, Jules ve Nic’in “kusursuz huzurunu” kaçırması film boyunca mizahla dengelenerek anlatılır. Oldukça yoğun çalışan bir doktor olan Nic, kendine iş imkânı yaratmaya çalışan Jules ile taban tabana zıt karakterlere sahiptir. Nic, her zaman mükemmeliyetçi, kontrollü ve baskınken Jules, dengeyi sağlamaya çalışan, rahat ve çocuk ruhludur. Ancak birbirlerini bu kadar iyi tamamladıklarını görebilmeleri ve on yıldır alışkanlığa dönüşmeye yüz tutmuş ilişkilerini fark edebilmeleri için birilerinin birlikteliği bozması gerekir. Hikâyede Paul bu rolü üstlenir ve beraber çalışmaya başladığı Jules’un zayıf noktası hâline gelir.
Hayatlarına giren bir yabancının, ailenin dengelerini alt üst ederek kendilerini sorgulamalarına yol açışı filmde farklı bir açıdan bizlere sunulur. Ergenlikle birlikte yaşama dair yapılan keşiflerle ve farkına varmayla, Joni ve Laser da başta her ne kadar “iyi durumda” görünseler de bu dağılmadan kendilerine düşeni alırlar. The Kids Are Alright, eş cinsel ebeveynlerin sosyal bağlamda yaşadıkları ayrımcılığa değinmeksizin, çok daha kendi hâlinde bir hikâyeyi bize samimi ve kendine has bir dille sunuyor. (Nil Yüce)
The Sea Inside (Alejandro Amenábar, 2004)
Ramón Sampedro, 26 yıldır yatağa mahkûm bir şekilde yaşamını sürdüren, “onuruyla ölme”ye kararlı bir adamdır. Yaşadıklarının yarattığı kara mizahı çok iyi kullanabilen Ramón, diğer yandan da ölme isteğinin anlaşılmadığı bir dünyada yaşadığı için hırçın bir karaktere bürünmüştür. Haklarını savunmak üzere kendisini ziyarete gelen avukat Julia ile aralarında, zor kurulan türden bir bağa tanıklık ederiz. Derin bir dostluğun tutkulu bir aşkla beslendiği, deniz misali dalgalanıp durulan ilişkileri, Julia’nın çok sevmesine rağmen Ramón’un özgürlüğüne kavuşmasını istediği için ayakta kalmayı başarır. Öte yandan hayatına ansızın giriveren işçi kadın Rosa da ona kendini adamaya hazır bir kadındır. Ancak Ramón’a hayatın değerli olduğunu hatırlatmaktan asla vazgeçmez.
Kendisine bakıldığı evde diğer karakterlerle olan ilişkisiyse, bizi bütün tuhaflıklarına rağmen bir arada uyum içinde yaşayabilen insanların yer aldığı sıcak bir aile filmine yaklaştırır. Ötanazinin soğuk tahayyülü, her ne kadar ölme isteği sık sık vurgulansa da, film boyunca bize kendini pek hissettirmez. Bir insanın hayatını kendi isteğiyle sonlandırması ve bunu tıbbi yardım alarak gerçekleştirmesi için, etrafında hem kendisi kadar güçlü hem de onu gerçekten seven, destekleyen insanlara ihtiyaç duyar. Hikâye de, bir araya gelen insanların bu özellikleri üzerinde durur.
Ramón, bir gün veda ederek çok üzeceği bu insanlara -her ne kadar ömrünü sonlandırmak istese de- kendi hayallerini gerçekleştirmenin değerini en güzel şekilde öğretir. Ramón Sampedro’nun gerçek hayat hikâyesi bizi hüzünlü, köpüklü dalgaların vurduğu aşkların, dayanışmanın ve cesaretin, hayal gücüyle anıların en güzel hâliyle harmanlandığı engin ve duru bir denizde yüzdürür. (Nil Yüce)
The Virgin Suicides (Sofia Coppola, 1999)
Ağaçlı yolun iki tarafında yan yana sıralanmış, ön bahçeleri yemyeşil çimlerle örülü iki katlı evler, içinde yaşayan Amerikalı orta sınıf insanlar. Sayısız film, dizi, edebi esere plato olan “Yan yana sıralı onlarca kutu, her biri ayrı birer Pandora Kutusu” kurgusu, Virgin Suicides ‘de toplumun tehlikeleri-saflık çatışması üzerine anlatılan bir hikâyenin arka planını oluşturur.
Lisbon’ların evi, mahallenin ergenlik çağındaki gençleri için bir çekim alanı, yetişkinleri için ise en küçük kızın intiharından sonra dedikodu kaynağı olmuştur. 13 yaşındaki Cecilia’nın ilk denemesinden sonra psikoloğa söylediği “Belli ki hiç 13 yaşında bir kız olmadınız.” cümlesi, kadın olmanın mahkûmiyetinin ilk işaretidir. Akabinde kızların en büyüğü Lux’un masal gibi başlayan ilk aşkı büyük bir hayal kırıklığı, kardeşlerin dördüne birden verilen kesintisiz ev hapsi ile sonuçlanır. Masumiyetin korunması adına önce bedenlerinin, ardından evin içine sıkışıp kalan dört kız çocuğu, gençliklerinin, dişi olmanın, hatta birer canlı olmanın enerjisini akıtacak hiçbir yer bulamaz. Masumiyet, can pazarına dönüşür. (Büte Kıraşı)
Salò, or the 120 Days of Sodom (Pier Paolo Pasolini, 1975)
Tüm zamanların en rahatsız edici filmleri listesinin en ön sıralarında yer aldığı su götürmez olan Salò, or the 120 Days of Sodom’u izlemek, sadece şiddet dolu sahnelerinden ötürü değil, bizi kendimizle ve insanlık tarihiyle yüzleşmeye zorladığı için de oldukça acı verici. İzleyiciyi tiksindirecek boyutta abartılı işlenen tüm sahneler, aslında insanoğlunun vahşetini apaçık gözler önüne seriyor.
Yönetmen Pasolini filmin odağına faşizmi koyarak İtalya’daki Nazi işgaline göndermelerde bulunsa da, Salò’nun tam anlamıyla evrensel bir film olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira filmin de gösterdiği gibi, faşizm zaman ve mekân olgularını bağımsız, kendini sadece vatandaş-devlet ilişkisinde değil, aynı zamanda bireyler arası ilişkilerde de gösteriyor ve insanın güce olan bağımlılığına işaret ediyor. Tüyleri diken diken eden tüm sahnelerine rağmen Salò, gücün insanı nasıl da insanlıktan uzaklaştırdığını görmek isteyen ve gerçeklerle yüzleşmeye biraz olsun cesareti olan herkesin izlemesi gereken bir film.
Sherrybaby (Laurie Collyer, 2006)
Eroin alabilmek için hırsızlık yapıp üç yıl hapiste yatmışsanız, bebeğinizin doğumundan hapse girene kadar ona annelik yapamamışsanız, şartlı tahliyeyle çıktığınızda artık temiz biri olarak yaşamınızı yeniden kurmak isteyebilirsiniz. Bir iş bulup kızınızı geri almak, ona artık iyi bir anne olmaktan başka isteğiniz olmayabilir.
Hayat dışarıda da pek kolay gelmeyebilir. Güzel bir kadınsanız, şu an çok şeye muhtaç olduğunuzu çabucak anlayıp istismar edecekler çok olabilir. Bunun için biraz sabır gerekir.
… demek izlerken ya da klavye başında kolaydır. Ya sabırlı biri değilseniz? Toplumdan dışlanmayı kolay kaldıramıyorsanız? Hassas bir yapınız varsa? Bu bedeni siz taşıyorsunuz, yük sizin. Cismani dünyada bu kişiliği de siz taşıyorsunuz ve bebeğinizi özlüyorsunuz. Babanızı da. Ya da bir babanızın olması fikrini diyelim..
Sevgi aramaktan, bulamamaktan, sevgi akıtabileceğiniz kanalların da size kapatılmış olmasından yorulabilirsiniz. Ancak cisim dünyasında hayat devam eder. (Büte Kıraşı)
Viridiana (Luis Bunuel, 1961)
Ahlak, din, aile gibi toplumun bireye dikte ettirdiği kalıplaşmış normlardan oluşan kurumların tamamına karşı olmasıyla bilinen Luis Bunuel, bu filminde hayatını dine adayan bir rahibeyi ele alır. Rahibe Viridiana, başına gelen birtakım beklenmedik olaylar sonrasında çektiği vicdan azabını eniştesinden kendisine miras kalan parayı yoksullara yardım etmek için kullanarak gidermeye çalışır. Bunuel, böylece bireyin kendi menfaatlerine, inandığı dini bile alet edebileceğini göstererek kurumsallaşmış dinin ikiyüzlü ahlak anlayışını gözler önüne serer.
Viridiana, sadece kurumsallamış dine yönelik değil, aynı zamanda burjuvazi ve sınıflar arası eşitsizliğe dayalı toplumsal düzene yönelik de keskin eleştiriler barındırır. Sorgulanmadan kabullenilen her şeyin bireyin varoluşuna ket vuracağına dikkat çeken Bunuel’in Viridiana’sı, gücü elinde bulunduranın onu kaybetmemek uğruna neler yapabileceğini de apaçık gösteren bir başyapıt.
Mungui’nin “Beyond the Hills”i de listede olabilirmiş.