Ölümün Sırası Değil
Ömür boyu çabalar insan, bir ölüm inşa etmek için.
Montaigne
Bir canlıyı yaşam döngüsüne ve dolayısıyla hayata dâhil eden şey, aldığı nefeslerle beraber dünyadaki somut varlığıdır. Ancak toplumsal ve sosyal bir bağlam, bireyi var olarak kabul etmek için onun somut varlığından daha fazlasını gerektirir. Yaşam döngüsüne dâhil olmak, bireyin bizzat kendisiyle sınırlı ve yeterli iken sosyal bağlam; kabul edeceği özneyi kendi kurallarına, ideolojisine, ilkelerine göre seçer. Dolayısıyla bireyin varlığı, bu düzeyde artık “ötekinin” varlığına ve algısına bağlıdır; “öteki”nin gözünde ve dimağında yer ettiği kadar dâhildir sosyal bağlama. Keza “öteki”nin çizdiği çerçeveden ne kadar farklıysa, bağlamın içinde bulunmaktan da o ölçüde uzaktır. Bu haritada “ölüm”ü, bireyin yaşam döngüsünden ayrılması olarak tanımlarsak sosyal bağlamdan soyutlanan bireyi “canlı” kabul edebilir miyiz? Nefesler henüz tükenmeden ölmek, yargıların dokuduğu bir kefene dürülüp sivri uçlu çivilerle çakılan sınırlayıcı tabutların içine hapsedilmek; ölmemek, fakat bir o kadar da yaşamamak… Bireyin soyutlandığı ve göz ardı edilerek bir bakıma silindiği sosyal bir bağlamda bunların tümü pekâlâ mümkün. Zira çoksesli, “polifonik” bağlamda her birey aynı dili konuşsa bile kurdukları cümlelerin öznesi, yine kendileri olacaktır. Kendi değer yargıları, tonlamaları, algıları ile kurdukları bu cümleler, bir başka özneyi dilediği ölçüde kurguya dâhil edecek, dilediği ölçüde de cümleden hariç tutacaktır. Eğer birey, bir cümlenin içinde yer alıp topluma dâhil olmak istiyorsa bu esareti ve sınırlandırmayı başta kabul etmek zorundadır. Bu durumda da hem adı geçen her cümlede yaşayacak, hem de bu cümlelerin “sözde öznesi” olmaktan öteye gidemeyerek bir bakıma ölüme razı gelecektir. İnsanın trajedisi de burada doğmaktadır; ömrü boyunca çabalar insan, bir toplumda nefes almak ve bir ölüm inşa etmek için.
William C. Faulkner’ın 1930 yılında kaleme aldığı, aynı adlı romandan uyarlanan 2013 yapımı As I Lay Dying, on beş farklı ses aynı anda konuşurken, ölümünün içinde varlığının sesini duyurmaya çalışan bir kadının öyküsünü anlatır. Addie Bundren, ölüm döşeğinde son nefesini beklemektedir. Uzun soluklu bu bekleyiş, esas anlamda hiçbir zaman sahip olamadığı hayatını da gözlerinin önünden geçirir. Henüz filizlenip çiçek açamadan kırılmaya mahkûm edilmiş hayalleri, bir anda elinden alınan bedeni ve kadınlığı, içine düşen tohumun sıcaklığını bile duymadan kucağına verilen anneliği, geçip giden bir ömürden hatırında kalan hüzün şeritleridir. Ancak onun ölüme terk edilen kaderi, filmin açılışında dile getirdiği ilk cümlede yazılmış ve noktalanmıştır:
Babam eskiden şöyle derdi: “Hayatın anlamı, uzun süre ölümü beklemek için hazırlıklı olmaktır.”
Oğlu Cash’in, tabut çakmak için giriştiği hummalı çalışması, kocası Anse’nin sabırsız bekleyişi, komşularının ve arkadaşlarının sıraladığı yargılar listesi ile tüm hazırlıklar tamam olunca ölüme teslim eder kendini Addie. Ve şimdi geride kalan bedenini gömmek, Addie’yi çoktan ayrıldığı bu hayattan, ilişkiler bağlamından tamamen silmek için bir cenaze yolculuğu başlar diğerleri için. Beş çocuğu ve kocası, Addie’yi gömmek üzere Mississippi’den hareket ederek kendi düşünce dünyalarına doğru yolculuğa çıkarlar. Yolda her bir karakterin sesini duyarız; cenazenin nasıl yürütülmesi, tabutun ne şekilde taşınması gerektiği, at arabalarının sağlam yüklenip yüklenmediği, eksik olan dişlerin nerede yaptırılabileceği, gittikçe büyüyen bir karnın içindeki günahtan nasıl kurtulabilineceği… Her şey konuşulur bu düşünceler dünyasında, ancak bu kalabalığın içinde Addie’den geriye kalan boşluğa yer yoktur. Kendi cenazesine adım adım giderken diğer karakterlerin korkularından, yargılarından, planlarından Addie’nin ölmüne bir türlü sıra gelmez. Ateş düştüğü yeri yakmış, Addie bir başına ayrılmıştır. Yönetmen James Franco, böylelikle tek kişilik bir yasın trajedisini anlatır.
Benzer kurgunun bir başka örneği, 1998 yılında Fransız yönetmen Patrice Chéreau’nun kamerasından yansır. Ceus qui m’aiment prendront le train de cenaze için çıkan bir grup arkadaşın tren yolculuğunu anlatır; ancak geride kalanların ilişkileri, kendi hikâyeleri, endişeleri, hayalleri öylesine yoğun ve geniş bir yer kaplar ki ölüm, usulca bir kenara çekilip kendi sırasını bekler. Jean-Baptiste’in son arzusu üzerine, ölümünün ardından defin için cenazeyi Limoges’ye götüren arkadaşlar, tren vagonları arasında yeni bir hayat inşa ederken ölüme yer ayırmaz. Film boyunca karakterlerin dilinde hüznün hâkim olduğunu görürüz; şüphesiz yas, her birini çatısı altında toplamıştır. Ancak birbirleri arasındaki problemler, ilişkiler ve kişisel durumları dile geldikçe bu yasın Jean-Baptiste için mi, yoksa yitirdikleri hayallerle beraber kendi yaşantıları için mi olduğu sorusu ortaya çıkar. Bir ölüm, insanın kendi içinde sessizce bekleyen yasın doğum vakti olur böylece. Yasın dilinde kendilerini ifade edebilmek üzere her biri için bir sahne var olmuştur.
Anlatacak nice öykü, dile gelecek bu kadar yargı, yaşanacak bunca yas varken görünen o ki, ölümün sırası değildir.
Rabia Elif Özcan