Ölüm bir nihayettir, fakat geride kalanlar adına yeni başlangıçların habercisidir aynı zamanda. Yeni başlangıçlar ise matemin soğuk sureti altında yolunu kaybetmeye yüz tutmuş insanlığın çaresiz çırpınışında son bir umuttur; yaşama, iyiye ve güzele tutunabilmesi için. Ancak yas öyle hükmedicidir ki bu çabada, ezici ağırlığını tüm gücüyle insanoğlunun omuzlarında hissettirir. Bazen hiç umulmadık bir anda en yakınını kaybetmiş bir insanın karşısına çıkagelir, bazen geçmişteki suçluluklarını hatırlatırcasına insanlığın yamacına sinsice sokulur ve kim bilir bazen de uzun sürmüş savaşların yıkık yörelerinde, kurak tepelerinde bir bekçi edasıyla herkesten habersizce süzülür. Ancak yas bir bakıma gerçekliğin kendisidir; içimizdedir ve içimizde olmaya devam edecektir insan var oldukça. Çünkü insanı insan yapan gidenin ardından yaşadığı acıdır, gizlediği kıyımların arasından saklandığı kara boşluktur ve bedelinin kime ödetildiği belirsizlik olan uzun savaşlar sonrasında çaresizlik içinde ortada kalmışlıklarıdır.
Sinemanın şairi Kieslowski’nin Trois Couleurs: Bléu (1993) filminde , işte böyle bir yasın izini süreriz. Küçük kızını ve müzisyen eşini sisler içerisinde bir yolda, talihsiz bir trafik kazasında kaybeden Julie (Juliette Binoche) için acısını yaşadığı bu çıldırtıcı hiçlikte geçmişi; sonsuza dek unutmak istediği bir kandırmaca hâline gelmiştir artık. Bağlılığın, dostlukların, sevginin ve aşkın koca bir yalan olduğunu düşünür; kendisini her geçen gün biraz daha yalnızlaştırır; anılarını bir ateş gibi kavuran yasının elinden tutarak sıfırdan bir hayata başlamak ister. Hiçbir zaman ağlayamaz Julie, hissettiğini hıçkırıklarına karıştıramaz. Belki de bu yüzden tüm bu süreçte; ana rahmine dönüşün şefkatli sıcaklığını arar, çocuk seslerinden kaçar, ufak bir çocuk gibi yeniden hatırlar korkularını. Kafasında yankılanan konçertoyu mavinin akıcı hüznüyle birleştirdikçe daha çok sarsılır, unutma isteği onun için korkulu bir kâbusa dönüşür. Ancak yas nihayete erdiğinde, gerisinde sessizliğin sakin dinginliğini bırakır. Filmin sonunda Julie’nin yanaklarından bir damla yaş süzülür. Ölümün boşluğunu kabullenmiş bir kadındır artık o; matemini tamamlamış, her şeyden önemlisi artık ağlayabilmiş, sevgiyi ve yaşamı seçip özgürleşmiştir. Sevilenin kaybı tarifsiz yıkımlara sebep olsa da, yas çoğu zaman kişisel bir deneyim olmanın ötesindedir. Toplumlar da yas tutar, toplumlar da ağlayabilir geçmişinin muğlak depremlerine dönüp baktığında.
İşte Kubrick; The Shining (1980) filminde üstü örtülen bir suçun izlerini sürerken, Overlook Oteli’nin etnik desenlerle kaplı kilimlerinin kimsenin duymadığı çığlıklar atarak süsledikleri koridorları arasından Kızılderili katliamını, bütün vahşetiyle işlediği cinayetin gölgesinden kaçan insanlığa haykırmak ister. Bir lobi asansörünün iki kanadı arasından boşalan oluk oluk kanın tüm bakışımızı kırmızıya boyadığı bir sekans; medeniyet kurma adı altında katledilen yerlilerin yasını tutar boğularak. Kıyımlar reddedilse de, uçsuz bucaksız mezarlıklar üzerine inşa edilen gelecek; geçmişin derin kuyularına hapsolmuştur. Zira bu yolda inkâr etmek bir kaçış değildir.soykırımın yası hiç susmayacak olan suçlu bir vicdanda tutulur artık.
Sinemanın büyük yönetmenlerinden Bergman’ın insan doğası üzerine yaptığı kusursuz incelemelerinden birisi, şüphesiz savaşın tarumar ettiği ruhlar üzerine çarpıcı bir bakış niteliği taşıyan Skammen (1968)’dir. Filarmoni orkestrasında müzisyen olan Jan (Max von Sydow) ve Eva (Liv Ullmann) çifti savaş patlak verdikten sonra mesleklerini bırakmak zorunda kalarak tek başlarına hayata tutunabilecekleri küçük bir adaya yerleşmişlerdir. Ancak savaş ölümcül bir virüs misali yayılarak bu korunaklı adaya sıçradığında, insanın kaçacak yerinin olmadığı; amansız bir yangın ortamında, sandığı kadar masum kalamayacağı acı kavrayışlar yoluyla tecrübe edilecektir. “Bazen her şey tıpkı bir rüya gibi geliyor. Benim gördüğüm bir rüya değil de, rol almak zorunda olduğum; bir başkasının rüyası. Bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve utanç duyduğunda ne olacak?’’ der Eva kendisiyle aynı kaderi paylaşan insanların gözlerinin içine bakmaya utanarak. Çünkü savaşın kazananı yoktur, insanlığın dehşet duyarak tuttuğu bir yastır ancak savaş. Tüm yaşananlar bir rüya gibi gelir, gelip geçici bir kabus dedirtir insana olsa olsa. İnsanlığın bütün hırslarından, öfkelerinden ve paylaşamadıklarından geriye kalan ise acıların içine sığdırılamayan koca bir yokluktur. ancak duyulan tükenmişlik sadece yakınlarımız ve sevdiklerimiz için değildir. Ölümü buyur ederken yavan sofralarımıza, çocuklarımızı sonsuz uykularına yatırırken eksik bırakılmış masallarımızda; tanıklık ettiğimiz, topyekûn kabullenilmiş bir yenilgidir. Bu yüzden buyurgandır yas. Bazen ezici ağırlığıyla gelir dikilir karşımıza; bakışımızı kör, kulağımızı sağır eden gerçekleri hatırlatır ve bazen de ölümün hüznünü süzer damla damla. Çekip gittiğinde ise başka bir yarında yeniden dönmek üzere, ardında içten içe durmadan kanayan derin yaralar bırakır.
Elif Düşova