Göğüs kafesinin tam ortasına oturan ve gittikçe ağırlaşan yükü bilirsiniz. Kaybedişlerin, bitişlerin, vedaların bütünleyeni olan ve kaybedilenin büyüklüğü ile doğru oranlı olarak artan. Eğer ki geri dönüşü olmayan bir kaybedişse bu; bir kanser gibi her hücreye yayılan ve asla geldiği kadar çabuk terk etmeyen bünyeyi.
Sadece insanlara özgü olmayan, bu kadar sarsıcı bir duyguyu kelimelerle aktarmanın kolay olmadığı aşikar ve bir bestede ya da bir tabloda içimize dokunan o küçük unsurun, nedenini anlayamadığımız bir şekilde bizimle aynı dili konuştuğunu hissetmemiz ise tam da bu nedenle doğal kabul edilmeli.
Her bitişin iyi ya da kötü bir şekilde aynı zamanda bir başlangıç olduğunu da kabul edersek, kayıpların sinemada neden bu kadar çok kullanıldığını belki anlamlandırabiliriz. Çünkü öyle ya da böyle kayıp, karakteri yeni bir maceraya atmaktadır ve macera dediğimiz şey bir filmin omurgasıdır. Aynı zamanda, büyük bir acı seyirciyi kolaylıkla kahramanla özdeşleştirir. Çünkü sevdiklerini kaybetme korkusu her insanın içinde az da olsa bulunur.
Özellikle Yeşilçam döneminde duyguların abartılı aktarımından beslenen Türk Sineması; kayıplardan oldukça beslendi. Filmlerin ana kahramanı genellikle bir şeyin yasını tutmaktaydı. Zaman zaman biten bir aşkın, zaman zaman ölen bir evladın, belki de kaybedilen masumiyetin. Listenin çok uzayacağını tahmin ettiğimden, örnek vermekten kaçınarak sizi bir hatırlama egzersizine davet ediyorum.
Çocukluğunuzdan beri izlediğiniz Yeşilçam filmlerini düşünün. Eminim yas tutan birçok karakter aklınıza gelecektir. Hatta yıldız oyuncu sistemiyle çalışan Yeşilçam sinemasında senaryolarında benzerliğini göz önünde bulundurduğumuzda hatırladığınız filmler birbirine karışacak ve filmlerden sadece aklınızda belli başlı sahneler kalacaktır. Mesela, evladı ölen Fatma Girik’in bağrına bastığı kara taş gibi.
2010’lu yıllarda ise Türk Sineması’nda ölen aşık karakterler furyası başladı. Aşk Tesadüfleri Sever (2011), İncir Reçeli (2011) gibi filmler ölen sevgililerinin yasını tutan karakterlerin hikayelerini filmlerine iskelet olarak tercih etmişlerdi. Sanat gailesi olmadan birebir olarak aktarılan duygunun yoğunluğu ve bu sayede filmlerin gişede yakaladığı başarı kendinden sonra gelenleri etkiledi. Böylelikle Türk Sinemasının romantik türdeki filmlerinde sevgililerden birisi gişe uğruna feda edildi. Yas kaba tabirle göze sokularak aktarılan bir duygu halini aldı ve estetikten yoksun olduğu için seyircinin içine ne yazık ki dokunamadı.
Bir de 90’ların politik sinemasının yas tutması vardı. Kendi dillerini oluşturmaya başlamış Türkiye’nin taze auteur yönetmenleri, aynı anda birçok şeyi sorgulamaya başlamışlardı. Bunu yaparlarken de insancıl duyguları göz ardı etmiyorlardı. Bir filmin derdi olması gerektiği gibi duygusu olması gerektiğinin de farkındaydılar.
Yeşim Ustaoğlu’nun Güneş’e Yolculuk (1999) filminde yas, gerçek ve canlıdır. En yakın arkadaşının cenazesini köyüne götürmek için yola çıkan Mehmet, arkadaşının yasını tutarken ülkesinin gerçekleriyle karşı karşıya gelir. Mehmet’in kaybı onu bir maceraya atmıştır ve yavaş yavaş dönüşmesine neden olmuştur. Karakterinin kaybından ötürü çektiği acısını, seyircisine kelimeler yerine Mehmet’in büyüyüşü ile göstermiştir. Güneş’e Yolculuk filminde yas, hikâye bağlamındaki gerçekliği ile aynı dili konuştuğunu hissettirir seyircisine.
Burcu Keskin