Manchester by the Sea (2016) ile yas tutmanın bildiğimizden farklı bir hâlini izliyoruz. Apartman görevlisi olarak çalıştığı ve çevresiyle asgari düzeyde iletişim kurduğu donuk yaşantısından ağabeyinin hastaneye kaldırıldığı haberi ile ayrılan Lee; yas tutmak ile hayata tutunmak arasında gidip geliyor. Hastaneye ulaşıp ağabeyinin ölüm haberini aldığında bile son derece duygudan yoksun ve donuk bir tepki veriyor. Buradan itibaren geçmişte yaşadığı daha büyük bir travmanın bu donukluğuna sebep olduğunu hissetmek mümkün. Flashbackler aracılığıyla şahit olduğumuz bu büyük travmada bile Lee yasını sessizce ve içine kapanarak tutuyor. Aynı şekilde, çok sevdiği ağabeyinin ölümü onu son derece etkilese de yasını yaşamayı sürekli erteliyor, cenaze işlemlerine ve organizasyonuna odaklanmayı seçerek duygularını yine bastırıyor. Ancak Lee’nin bu duygularını bastırma hâli; ağabeyinin, tek çocuğu olan Patrick’in vesayetini kendisine bıraktığını öğrenmesi ile birlikte değişime uğruyor. Alkolik annesiyle yıllardır görüşmeyen Patrick’e bakmakla, kendi yasını tutmak arasında kalırken bu kez iki kişinin acıyı paylaşmasına tanıklık ediyoruz. Patrick de başta, babasının kaybından hemen sonra tıpkı amcası gibi kendisini sıkıyor, duygularını bastırıyor. Ağlamıyor bile. İkisi de şimdi ne yapacaklarına odaklanarak acıdan kurtulmayı deniyor. Gündelik şeylerden bahsediyor, hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Neredeyse film boyunca yasını içine sıkıştıran insanların boğulmaya yakın hallerini izliyoruz. Acıyı normalleştiremediklerini anlamaları ise Patrick’in duygusal patlamasıyla gerçekleşiyor. Böylece bastırılmış duyguların, hele ki yas gibi güçlü bir duygu halinin onu yok saymakla yok olmayacağını görüyoruz. Yas tutmanın bin bir farklı yolu olsa da eninde sonunda kişiye ulaşmanın bir yolunu bulduğunu söylemek böylece mümkün oluyor.
İlgi Özdikmenli