Tarih boyunca birçok otoriter yönetim, muhalif sesleri susturmak için hukuku bir silah olarak kullanmış ve siyasi mahkumluk kavramı ortaya çıkmıştır. İnsan hakları ihlallerinin en ağırlarından biri olan bu uygulama, bireylerin yalnızca fikirleri veya ideolojileri nedeniyle hapse atılmasına sebep olur. Adaletin bağımsız işlemediği, hukukun siyasete boyun eğdiği bu dönemlerde, pek çok insan masumiyetini kanıtlayamadan yıllarca özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Nelson Mandela’dan Sophie Scholl’a, Bobby Sands’ten Mohamedou Ould Slahi’ye kadar tarihte sayısız örnek bulunmaktadır. Sinema da bu acı dolu gerçeklikten ilham alarak, siyasi mahkûmların yaşadıklarını farklı perspektiflerden gözler önüne sermektedir.
Politikanın hukuka müdahalesi, toplumların vicdanını sınayan bir durumdur. Hukukun üstünlüğü, birey hak ve özgürlüklerini koruma altına almak için vardır ve herhangi bir yönetimin keyfi baskısına aracı olmamalıdır. Ancak dünya tarihine bakıldığında, otoriter rejimlerin, hatta zaman zaman demokratik yönetimlerin bile muhalifleri susturmak adına hukuku araçsallaştırdığı görülmektedir. Bu nedenle siyasi mahkûmluk sadece bireysel bir dram değil, aynı zamanda toplumun adalet anlayışının bir sınavıdır. Sinema, bu adaletsizliklere ışık tutarak, izleyiciyi düşünmeye sevk eden güçlü bir araç olmuştur. İşte fikirlerinden dolayı mahkûm olanları ele alan ve bu konunun farklı yönlerine odaklanan on film.
Papillon (Yön. Franklin J. Schaffner, 1973)
Henri “Papillon” Charrière, işlemediği bir cinayet yüzünden Fransız Guyanası’ndaki korkunç bir hapishaneye gönderilir. Kaçma arzusuyla yanıp tutuşan Papillon, yıllar boyunca türlü eziyetlere maruz kalmasına rağmen umudunu kaybetmez. Zaman ilerledikçe, hapishanenin içindeki acımasız düzeni ve dostlukları keşfeder. Yanında zayıf ama zeki bir mahkûm olan Dega vardır; bu dostluk, insana dair en temel duyguların bile duvarlar ardında filizlenebileceğini gösterir. Ancak kaçış, yalnızca fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda insan ruhunun esaretten kurtulma çabasıdır.
Film, siyasi mahkûmları doğrudan merkeze almaktan çok otoriter sistemlerin insanları nasıl kolayca “suçlu” ilân edip onları ölüme terk ettiğini anlatır. Hapishane, yalnızca suçluların değil, sistemin düşman olarak gördüğü herkesin tutsak edildiği bir yerdir. Papillon’un özgürlüğe olan sarsılmaz inancı, devletin kontrol mekanizmalarına karşı bireyin direnme gücünü simgeler. Zamanla, insanlık dışı cezaların yalnızca bedenleri değil, ruhları da nasıl tükettiğini gözler önüne serer.
In the Name of the Father (Yön. Jim Sheridan, 1993)
Genç ve umursamaz bir İrlandalı olan Gerry Conlon, Londra’da işlemediği bir bombalı saldırının faili olarak haksız yere tutuklanır. Babası Giuseppe ile birlikte yıllarca demir parmaklıklar ardında kalırken adaletin çürümüş duvarlarına karşı mücadele etmek zorunda kalır. Gerçeklerin üstü, çıkarlar ve korkularla örtülmüş, hukuk ise bir maske takmıştır. Ancak Gerry, içindeki isyanı ve babasının sessiz direncini kılavuz edinerek adaletin peşine düşer.
Film, devletin, düşman gördüğü bireyleri yok etmek için delillerle nasıl oynayabileceğini, mahkemelerin hukuk yerine siyasetin gölgesinde karar verebileceğini gözler önüne serer. Masumiyetin önemsenmediği, sadece suçlu bulunması gereken kurbanların yaratıldığı bir sistemde, siyasi mahkûmların yaşadığı vicdansızlığı yüreğe işleyen sahnelerle anlatır. Hapishane, burada bir duvarlar topluluğundan çok daha fazlasıdır; gerçeğin zincirlendiği, ama aynı zamanda isyanın büyüdüğü bir yerdir.
Good Night, and Good Luck (Yön. George Clooney, 2005)
1950’lerin Amerika’sında, gazeteci Edward R. Murrow ve ekibi, dönemin güçlü ve korkutucu figürü Senatör Joseph McCarthy’nin cadı avına karşı sesini yükseltir. Komünist avının ülkede yarattığı korku atmosferinde, medya ya sessiz kalmayı ya da baskıya boyun eğmeyi seçmek zorundadır. Murrow ve ekibi, gerçekleri anlatma pahasına kariyerlerini, hatta özgürlüklerini riske atarlar. Fakat baskı ne kadar artarsa artsın, basının hakikati dile getirme sorumluluğu daha da ağır basar.
Good Night, and Good Luck (2005), siyasi mahkûmiyetin yalnızca demir parmaklıklar ardında olmadığını, fikirlerin de hapsedilebileceğini vurgular. McCarthy döneminde, yalnızca birini “komünist” olarak suçlamak bile onu işinden, itibarından ve özgürlüğünden edebiliyordu. Korku iklimi, insanları konuşmaktan alıkoyuyor, sustukça baskı daha da büyüyordu. Good Night, and Good Luck, cesaretin bedelini ve basının otoriter güçlere karşı direnişinin önemini vurgulayan karanlık ama bir o kadar da umut dolu bir anlatı sunar.
The Lives of Others (Yön. Florian Henckel von Donnersmarck, 2006)
1984 yılının Doğu Almanya’sında, yetenekli bir yazar olan Georg Dreyman, gizli polis Stasi tarafından gözetim altına alınır. Rejimin sert kurallarına boyun eğmiş görünen Dreyman, aslında baskının farkındadır ama sessiz kalmayı seçmiştir. Fakat sanatın ve özgürlüğün kıyısında dans eden hayatı, gizli bir ajan olan Wiesler’in onu dinlemeye başlamasıyla bambaşka bir yön alır. Wiesler, bu gözetleme sürecinde vicdanıyla yüzleşirken baskının yalnızca hedef alınanları değil, uygulayanları da nasıl bir çıkmaza sürüklediğini keşfeder.
Film, siyasi mahkûmiyet kavramını yalnızca hapsedilenler üzerinden anlatmaz. Doğu Almanya’daki baskı rejimi, insanların mahkûm olabilmesi için bir hücreye kapatılmasına gerek olmadığını gösterir. Bireylerin düşüncelerini dile getirememesi, özgürce yazamaması, hatta en yakınlarına bile güvenememesi, onları görünmez bir hapishaneye hapseder. Totaliter devletlerin yarattığı paranoya atmosferi, insan ruhunu zincirleyen en güçlü silahtır.
Persepolis (Yön. Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud, 2007)
Marjane Satrapi’nin kendi yaşam öyküsünden ilhâm alan bu animasyon film, İran Devrimi’nin gölgesinde büyüyen bir kız çocuğunun gözünden, özgürlüğün ve kimlik arayışının hikâyesini anlatır. Marjane, devrim öncesi İran’ın umut vadeden atmosferinden, baskıcı rejimin karanlık günlerine geçişine tanıklık eder. Çocukluk hayalleri, politik yasaklarla ve savaşın acımasız gerçekleriyle paramparça olurken, Marjane sürgüne gitmek zorunda kalır. Ancak memleketinden uzaklaşmak, içinde taşıdığı özlemi ve isyanı dindirmez.
Film, siyasi mahkûmluğu yalnızca cezaevlerinin duvarları içinde ele almaz; totaliter bir rejimin bireylerin ruhlarını nasıl tutsak ettiğini de gösterir. İnsanlar, sadece görüşlerinden ötürü işkenceye uğrar, kaybolur ya da yok edilirken geride kalanlar da bir tür görünmez hapishaneye hapsolur. Marjane’in ailesi ve arkadaşları, bedensel özgürlüklerini koruyabilmek adına boyun eğmeye zorlanır. Ama asıl esaret, düşüncelerin susturulduğu, kadınların örtünmeye, erkeklerin itaat etmeye mahkûm edildiği bir ülkede yaşamanın getirdiği umutsuzluktur.
Hunger (Yön. Steve McQueen, 2008)
Steve McQueen’in yönettiği Hunger, IRA üyesi Bobby Sands’in 1981’de başlattığı açlık grevini merkezine alır. Film, yalnızca Sands’in değil, tüm mahkûmların yaşadığı insanlık dışı koşulları ve İngiliz hükümetiyle olan gerilimleri de gözler önüne serer. Michael Fassbender’ın muhteşem performansıyla hayat verdiği Sands, bu greviyle yalnızca kendi özgürlüğü için değil, tüm siyasi mahkûmlar adına bir mücadeleye girişir.
Film, siyasi mahkûmların maruz kaldığı baskıyı en çıplak hâliyle yansıtır. Açlık grevi, mahkûmların elindeki son protesto aracı olarak öne çıkar ve bu süreçte hükümetin sert tutumu, adaletin ne kadar esnek hâle getirilebileceğini ortaya koyar. McQueen’in sanatsal anlatımıyla şekillenen bu yapım, siyasi mahkûmiyetin sadece fiziksel bir esaret olmadığını, aynı zamanda insan onuruna yönelik ağır bir saldırı olduğunu vurgular.
Mandela: Long Walk to Freedom (Yön. Justin Chadwick, 2013)
Nelson Mandela’nın otobiyografisinden uyarlanan bu film, Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı verdiği mücadelenin kronolojik bir anlatısını sunar. Film, Mandela’nın gençlik yıllarından itibaren karşılaştığı zorlukları, aktivist kimliğini ve nihayetinde 27 yıl süren mahkûmiyetini gözler önüne serer. Idris Elba’nın başarılı oyunculuğuyla hayat verdiği Mandela, siyasi mahkûmiyetin bir insanın idealleri uğruna ne denli ağır bedeller ödeyebileceğini göstermektedir.
Mandela’nın mahkûmiyeti, hukukun siyasallaştırılmasının en çarpıcı örneklerinden biridir. Apartheid rejimi, beyaz azınlığın üstünlüğünü koruyabilmek için hukuk sistemini adeta bir silah olarak kullanmış ve Mandela gibi özgürlük savaşçılarını terörist ilan etmiştir. Ancak, Mandela’nın yıllar süren mahkûmiyeti, yalnızca bireysel bir acı değil, aynı zamanda küresel bir özgürlük hareketinin sembolü haline gelmiştir. Film, yalnızca bir biyografi değil, adaletin nasıl çarpıtılabileceğini ve yine de insan ruhunun nasıl galip gelebileceğini anlatan bir başyapıttır.
The Trial of the Chicago 7 (Yön. Aaron Sorkin, 2020)
1968 Demokratik Ulusal Kongresi sırasında düzenlenen savaş karşıtı protestolarda yargılanan yedi aktivistin gerçek hikâyesini anlatan film, Aaron Sorkin’in keskin diyalogları ve ustaca kurgusuyla dikkat çeker. Protestoların şiddet olaylarına dönüştüğü iddiasıyla mahkemeye çıkarılan bu aktivistler, hukuk sistemi aracılığıyla susturulmak istenen muhalif seslerin sembolü hâline gelir.
Film, yargının siyasi amaçlarla nasıl manipüle edilebileceğini çarpıcı bir şekilde gösterir. Davanın baştan itibaren taraflı yürütüldüğü, delillerin çarpıtıldığı ve mahkeme salonunun adeta bir tiyatro sahnesine dönüştüğü açıkça ortaya konur. The Trial of the Chicago 7 (2020), hukukun bağımsızlığının önemini hatırlatan ve adaletin iktidar tarafından nasıl şekillendirilebileceğini gözler önüne seren bir yapımdır.
The Mauritanian (Yön. Kevin Macdonald, 2021)
Gerçek bir hikâyeye dayanan bu film, 11 Eylül saldırıları sonrası hiçbir somut delil olmaksızın Guantanamo’da on dört yıl boyunca hapsedilen Mohamedou Ould Slahi’nin yaşadıklarını konu alır. Slahi, suçsuz olduğunu kanıtlamaya çalışırken avukatı Nancy Hollander’ın desteğiyle hukuk sistemine karşı amansız bir mücadeleye girişir.
Film, modern dönemde hukukun nasıl araçsallaştırıldığını gözler önüne sererken, terörle mücadele bahanesiyle insan haklarının nasıl çiğnenebileceğini sorgular. Guantanamo hapishanesi, adalet sisteminin nasıl bir hukuk boşluğuna dönüşebileceğini gösteren bir simge olarak filmde etkileyici bir şekilde resmedilir.