Aydınlık bir günde kısa kesilmiş saçları, sade günlük kıyafetleri, sırt çantası ve elinde taşıdığı poşetiyle Paris sokaklarında telaşsızca yürüyen bir kadın, ferah bir avludan geçerek eski bir apartmana girer. Dar merdivenlerden yukarı acelesi olmaksızın çıkar. Kapalı bir kapının önünde durur, kapıya yaklaşır ve içerideki kişiyle usulca konuşmaya başlar. Kapıyı içeriden nasıl açacağına dair ayrıntılı bir tarif sonucu adam, kapıyı açar. Sandra, babasını ziyarete gelmiştir.
Aslında bu ziyaret ilk bakışta son derece olağan görünür. Sandra hızlıca evdeki birkaç eşyayı toparlar, yiyecek bir şeyler hazırlar ve bu esnada babasıyla hayatında olan bitenler hakkında konuşurlar. Çevirmenlik yapan Sandra, yaklaşan bir anma etkinliğinde yapacağı Annemarie Schwarzenbach çevirisinden söz eder. Babasının ilgisini çekeceğini düşündüğü bu işin, kendisi için pek de özel bir anlamı yoktur. Sonradan öğreniriz ki Sandra’nın babası Georg, bir felsefe profesörüdür ve kitaplığının rafları en sevdiği Thomas Mann başta olmak üzere pek çok yazarın eserleriyle dolup taşmaktadır.
Tout Est Pardonné (2007), L’avenir (2016) ve Bergman Island (2021) filmleriyle tanınan Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın son filmi Un Beau Matin (2022), şimdilerde MUBI’de gösterimde. Dünyada pek çok film festivalinde izleyiciyle buluşmuş ve büyük beğeni toplamış olan film, 2022’de Cannes Film Festivali’nde Europa Cinemas Label ödülüne layık görülmüş.
Günlük Hayatın İçinde Bir Hikâye
Güzel Bir Sabah, hayatın içinde, günlük rutinlerin tam da ortasındayken aslında ne çok şeyle baş ettiğimizi, ne denli kritik kararlar vermek durumunda kaldığımızı vurgulayan son derece sakin bir filmdir. Başlangıçtaki düşük tempo, gelişen nice olaylara rağmen hafif dalgalanmalarla yine aynı ritimde devam eder. Hayatın akışından bir kesit sunar; olayların, ilişkilerin, kimi zaman yaptığımızın farkına dahi varmadığımız, yaşamı tüm sıradanlığıyla devam ettiren eylemlerin akıp gittiği bir kesittir bu. Dramatik olaylar önü ve sonu belirli bir zaman aralığı içerisinde olup bitmez, tıpkı gerçekte olduğu gibi.
Sekiz yaşındaki kızı Linn ile birlikte yaşayan Sandra, serbest çalıştığı işini yapmanın ve kızının ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra babasının bakımıyla da yakından ilgilenmektedir. Georg, birkaç sene önce hızlı ilerleyen bir nörodejeneratif hastalığa yakalanmıştır. Benson Sendromu da denen bu hastalık nedeniyle başta görme yetisi bozulmuş, artık okuyamaz duruma gelmiştir. Sonrasında basit gündelik işleri yapmak gittikçe zorlaşmış ve kafa karışıklığı başlamıştır. İyice yardımsız yaşayamaz hâle geldiğinde ise kendisi ve ailesi zor bir karar ile baş başa kalmışlardır: profesyonel bir kuruma yerleşmek.
Sandra’nın babası tüm hayatı boyunca kendini düşünme eylemine adamıştır. Vaktinin büyük bir kısmını okuyarak, yazarak, öğreterek, üreterek geçirmiş biri için, ders kitaplarında yazıldığı şekliyle belirli bir gidişat tanımlanan bu hastalık durumu, aslında bir o kadar kırılgan ayrıntıları içermektedir. Hastalık tanısını öğrendiği ilk zamanlarda hâlen aktif olarak çalışabiliyorken dünyayı kavramaya ve yaşamını sürdürmeye dair yetilerinin birer birer zayıfladığını deneyimlemek, yoğun bir kaygıyı beraberinde getirir. Kelimelerin ve anlamların ustası olmuş (veya hiç değilse olmayı denemiş) biri için en basit şeyleri bile ifade edememek, var oluştan farkına vararak kayıp gitmek gibidir. Bildiği, tanıdığı anlamdaki babasının yitip gitmesine tanık olmak Sandra için bir noktada kendi kırılganlığını fark ettiği acıyla dolu bir süreç hâline gelir.
Öte yandan kırılganlık hepimiz için kaçınılmazdır. Bedensel, ruhsal veya sosyal iyilik hâlinin olumlu ya da olumsuz herhangi bir değişimin etkilerine ne denli duyarlı olduğunu fark etmek, bu temel gerçekliği kabullenmek, hayatın akışı içerisinde çokça düşündüğümüz bir konu olmayabilir. Sandra için babasının her bir ziyarette orada olmaktan daha da ayrı düştüğünü izlemek kolay olmaz. Georg, eskiden çok sevdiği bir müziği mırıldandığında dahi anıların yükü altında derin bir kaygıya kapılırken Sandra onu usulca karşılamayı göz yaşları içinde sürdürür. Yaşamın akışı içinde yaşanmaya devam edilen bu ayrılık, Sandra’nın kendi geleceği ve kendi olası ölümü hakkındaki düşüncelerini de tetikler. Öyle ki babasının yaşadığı durum olur da kendi başına gelirse, ötanazi ile bu durumdan kurtulması için gerekeni yapması konusunda sevgilisinden güvence ister.
“Görünürde Yakın” İlişkiler
Filmde apayrı bir taraftan gelişen önemli bir başka ilişki, Sandra’nın yıllar önce kaybettiği eşinin arkadaşı olan Clément ile karşılaşmasıyla baş gösterir. Yine güneşli ve sıcak renklerin hâkim olduğu bir günde Paris’in parklarından birinde rastlaşan ikilinin arasında kısa sürede tutku dolu bir birliktelik başlar. Clément evlidir ve Linn yaşlarında bir oğlu vardır. Kısa süren ayrılık dönemleri ve ardından yeniden birleşmeler ile süren bu ilişki Sandra’nın hayatında babasından ayrılmaktayken kurmaya çabaladığı yeni bir bağlanma arayışını sembolize etmektedir. Paris’in sokaklarında, müzelerinde, restoranlarında izlerini sürdüğümüz bu ilişki, Sandra’nın seneler sonra yaşadığı ilk yakınlık kurma deneyimi olur.
Daha geri planda kalmakla birlikte Sandra’nın kızıyla ve annesiyle olan ilişkileri de Un Beau Matin’da kendine yer bulur. Linn’in hayatı, sekiz yaşında olan ve Fransa’da ortalama şartlarda yaşayan herhangi bir çocuğun hayatı gibidir. Sandra, Linn’in bu olağan hayatı sürdürmesinde üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirir. Annesi Nicole ise babasının aksine bir eylem insanı portresi çizer, çeşitli aktivist grupların gösterilerine katılarak vaktini geçirmektedir. Filmde Sandra’nın hem kızı hem de annesiyle olan ilişkisi duygusal açıdan daha mesafeli bir şekilde ele alınır.
Un Beau Matin başkarakter Sandra etrafında şekillenen, daha çok ikili ve doğrusal olma eğiliminde olan ilişkilerin irdelendiği bir kurguyla tasarlanmıştır. Sandra’nın kendisiyle olan ilişkisine dair çıkarım yapmak güç olsa da bunu karakterin sınırlarını ve duygularını dışa vurduğu anların özellikle babası ve sevgilisiyle ilgili olmasıyla açıklayabiliriz. Dikkati çeken bir diğer özellik, Sandra’nın dış görünüşünün daha önce bahsi geçen Annemarie Schwarzenbach ile olan benzerliğidir. İsviçreli gazeteci-yazar, yaşadığı dönem için oldukça çığır açıcı bir şekilde herhangi bir cinsiyet sözleşmesiyle tanımlanmayı reddeden biridir. Benzer şekilde Sandra için, cinsel yönelimine dair bir fikir sahibi olsak da toplumsal cinsiyet rolleri açısından kendine özgü bir portre çizdiği söylenebilir.
Yönetmen Mia Hansen-Løve, önceki filmlerinde olduğu gibi toplumsal sorunların bireyler üzerine olan yansımalarını öylesine bireysel noktalardan ele alabilmeyi ve özdeşim kurmayı kolaylaştırmayı zahmetsizce sağlıyor. Özellikle Sandra’nın babasının durumuna uygun bir bakımevi bulunabilmesi için defalarca kurum değiştirmesi, vatandaşlarına uygun sosyal olanakları sağlamakla yükümlü devlete ve günümüz sistemlerine bir eleştiri olarak öne çıkıyor.
Babasının ve dolayısıyla kendi kırılganlığını ruhu çevreleyen bir zarf olan bedenin kırılganlığına indirgeyen Sandra, geçici bir süreliğine de olsa, bu düşünceden güç almış olabilir. Oysaki Fransız şair Jacques Prévert’in film ile aynı ismi taşıyan şiirinde söylediği gibi:
“[…] Ama bir sabah, güzel bir sabah
Bir şey gördüğünü sandı
Ama dedi ki, bu bir şey değil
Ve o haklıydı […]”.