Evlilik ve cinayet arasında nasıl bir ilişki veya paralellik kurulabilir? Bu ilişkiyi düşünürken akla Oscar Wilde’ın o meşhur dizesi “Herkes öldürür sevdiğini,” ya da Fransız oyun yazarı Éric-Emmanuel Schmitt’in Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler oyunu gelebilir. Evli olanların hemen anlayabileceği gibi, insan zaman zaman en sevdiği, en yakın olduğu kişiyi “öldürdüğünü” hayal edebilir. Aslında her evlilik bir tür cinayettir ve evliliği sürdürmek isteyen kişi, küçük acıtıcı oyunlarla eşini ve uzun vadede kendini öldürür. Çünkü evlilik, özerkliğin büyük oranda yitirildiği, alışkanlıkların eşe göre törpülendiği ve değiştirildiği önemli bir sözleşmedir. Eğer bünye bu değişimi kaldıramazsa, evliliği sonlandırmak ya da yeni ve kapsamlı bir dönüşüme yelken açmak gerekir.
Evlilik, bir başka açıdan kendini bir başkasının kollarına koşulsuz ve kaygısız bir şekilde bırakmak olarak da görülebilir. Peki, sizi kollarında taşıyan kişi, bu yükü ne kadar taşıyabilir? Her kararı partnerinize bırakarak kendi konfor alanınızda sadece yapmak istediklerinize odaklanmanız ne kadar adil? Üstelik onları bile yeterince beceremezken… Hayatın tüm dertlerini sizin için çözen bir eş bulduğunuzda, yazmak istediğiniz kitabı gerçekten yazabilecek misiniz?
*Yazının bundan sonrası filmin bazı sürpriz gelişmelerini ele verebilir.
İşte filmimiz, hayatın tam da böyle bir anında duran Keane ve Suzie’nin yaşamına odaklanıyor. Sosyal çevrelerinde bile neredeyse alay konusu olan Keane’nin kitap yazma serüveni, Suzie için ilişkinin sınırına gelmesine neden olan bir sinir harbine dönüşmüştür. İlişkileri, tüm yükü Suzie’nin omuzladığı, Keane’nin ise adeta bir çocuk gibi neredeyse hiç sorumluluk almadan işi ve kendiyle meşgul olduğu bir hâldedir. Evlilikleri bitme noktasına gelmiştir ancak etrafında olup biten hiçbir şeyin farkında olmayan Keane, maalesef bu durumun da bilincinde değildir. Neredeyse tek gündemi yazacağı kitap olan, fakat bunu da bir türlü başaramayan yazarımız, son çare olarak kendisine gelip kişisel hikâyesini yeni kitabı olarak yazmasını isteyen “emekli seri katil” Kollmick ile iş birliğine gider.
Bundan sonra olaylar hızla gelişir; yanlış anlamalar, komik beceriksizlikler ve tuhaf tesadüfler yaşanır. Kollmick’in bir gece eve gelişiyle ortaya çıkan yeni absürt durum, Suzie’nin onu evlilik terapisti sanmasıyla ikili bir yapıya bürünür ve hikâye, çift katmanlı bir anlatım alanına dönüşür. Merkezine evlilik kavramını alan film; tam da bu noktada evlilikle cinayet, seri katillikle evlilik terapistliği arasında kurduğu benzeşimle filme özgün, tekinsiz bir atmosfer katar. Bu tekinsizlik, filmin bütünü için bir içerik sağlarken biçimini de belirler. İlk bakışta aralarında ilişki kurmakta zorlanacağımız bu kavramlar, böylece kara komedinin temelini oluşturur. Yani böyle bir hikâye ancak absürt bir kara komedi olarak vücut bulabilir. Bu bağlamda film, anlattığı hikâyenin dünyasını son derece başarılı bir şekilde perdeye aktarır. Bu dünyada mafyalar, menajerler, “bilimsel çalışan” seri katiller, arkadaş zannettiğiniz, ama siz güvende değilken uyuyabilen insanlar, lamalar ve lama bakıcıları gibi türlü tuhaf tip bir arada bulunabilir.
Güvenin sarsıldığı bir evlilikte bir arada kalmayı sağlayacak en iyi şey, birbirinizi değil başka birini öldürdüğünüz bir suç ortaklığı olabilir. Sonrasında ortalığı toparlayacak deneyimli bir seri katil tanıdığınız varsa tabii. Filmin sonunda hikâyeyi Kollmick kapatırken Keane ve Suzie evlerine dönerler.
Son olarak tüm hikâyenin başlangıcına ve sonuna dönersek MÖ 40000’de Slovenya’da aşk yaşamaya başlayan Neandertal erkek ve Homo sapiens kadın karakterlerimiz; gündüz didişme, gece şartların zorluğu ve soğuk nedeniyle sarılıp uyuma döngüsünde aşklarını yaşamaya devam ederler. Bu ilişki, sanki bundan sonra Keane ve Suzie’nin aşkının nasıl süreceğinin bir metaforu gibidir. Hayat zorsa ve etrafta sizi daha iyi anlayacak kimse yoksa bir dargın bir barışık ama beraber olmak en iyisidir.
Tamamı New York’ta geçen film, mazgallardan çıkan dumanları, gece karanlığındaki güvensiz sokakları, Chinatown’dan Harlem’e uzanan mekânlarıyla hem ana temayı besler hem de bu haliyle şehir, aşk-nefret ikiliğinin temsili bir başrol olarak filmdeki yerini alır. Sinema eğitimini New York’ta alan Tolga Karaçelik, her röportajında dile getirdiği gibi, bu çok sevdiği şehre olan vefasını bu yolla gösterir. Filme mekân olarak New York’un seçilmesinin başka işlevsel nedenleri de vardır elbette. Bunların başında, böyle bir hikâyenin inandırıcı olması için bu şehir en doğru tercih olabilir. Hem evlilik terapisi hem de seri katiller denince akla hâlâ Türkiye gelmediğine göre bu son derece anlaşılır bir seçimdir. Evlilik terapistliğini bilemiyorum; ama bunca derdimizin arasında herhalde memlekette en son ihtiyaç duyacağımız şey, seri katiller olabilir.
Filmin müzikleri ise ölüm ve aşk ikiliğini besleyen bir katman olarak işlev görmüştür. Özenle seçildiği anlaşılan aşk ve ölüm bağlamıyla birlikte tekinsizliği işaret eden şarkılar, filmi izlerken farkında olmadan subliminal bir mesaj taşıyıcısı gibi çalışıp atmosferi güçlendirmiştir. Fakat film ilerledikçe bu yola fazla başvurulduğuna dair bir izlenim uyanması riski de vardır maalesef. Belki daha az şarkı bu amaçla kullanılabilirdi diye düşünüyorum. Filmin özgün müzikleri de yine hikâyenin tekinsizliğine işaret eder nitelikte ve duygu oluşturma konusunda çok başarılıdır. İzleyici, müziklerden hem bir tedirginlik hem de sarsaklık tonunu kolayca alabilir. Ancak bence müziklerdeki doruk noktası, Baccara’nın 1977’de tüm dünyayı etkisi altına almış şarkısı “Yes Sir, I Can Boogie”dir. Bütün gece süren Keane ve Kollmick’in Don Kişot ve Sancho Panza arasındaki ilişkiyi hatırlatan hâlleri düşünüldüğünde bu çok güzel ve eğlenceli bir seçim olmuş. Burada yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim; Kollmick’in kendisini Don Kişot, Keane’i ise Sancho Panza olarak kurgulaması, bu ilişkinin biçimi hakkında bize bilgi verirken Cervantes’e de bir selam niteliğinde.
Tüm bu derinlikli ve eğlenceli yapının bize geçmesini sağlayan en önemli unsursa elbette ki titizlikle yaratılmış karakterler ve bu karakterlere hayat veren oyuncular. En büyük alkış Kollmick rolüne can veren Steve Buscemi için. O olmasaydı sanırım bu film bu film olamazdı. Keane karakterine hayat veren, First Cow (2019) filminden hatırladığımız John Magaro ise gerçekten bu rolde muhteşem. Tolga Karaçelik, Keane karakterini zaten Magaro’nun resmine bakarak yazmış. Filmi izlerken adeta üzerine biçilmiş bir elbiseyi taşıyor gibi rolünü oynayan Magaro’nun gerçekten Keane olduğunu düşünebilirsiniz. Severance (2022) dizisinden tanıdığımız Britt Lower ise soğuk, mesafeli ve ürkütücü Suzie karakterini öyle inandırıcı ve güçlü bir şekilde canlandırmış ki hikâyenin absürtlüğü içinde tüm olan bitene inanmanızı garanti ediyor.
Sinemamızın her filminde farklı bir lezzeti önümüze getiren, genç kuşak diyebileceğimiz yönetmenlerinden Tolga Karaçelik, son filmi Psycho Therapy: The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write About a Serial Killer (2024) ile yeniden gündemimizde. İlk gösterimini yaptığı Tribeca Film Festivali’nde seyirci ödülünü alan film, Türkiye’deki ilk gösteriminiyse 44. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Film, Amerika’da çekilmiş ve Amerikalı oyuncuların oynadığı ilk Türk filmi olma özelliğini taşıyor. Bu anlamda sinemamıza yeni bir soluk ve bize de taşıdığımız kültür kodları sebebiyle bir başarı duygusu ve dolayısıyla gurur verebilir.
Tolga Karaçelik, filminin tüm detaylarını ana temaya hizmet edecek şekilde oya gibi işleyerek ortaya son derece temiz ve eğlenceli bir film çıkarmış. Film, absürt detaylarıyla ve kara komik, hızlı akan hikâyesiyle amacına ulaşmış ve vaadini yerine getirmiş. Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikayesi (2025) gerçekten sığ bir adamın sığ hikayesini müthiş senaryo buluşlarıyla sığlıktan kurtaran bir film olmuş. Biraz eğlenmek ve gündemden uzaklaşmak isteyenler için iyi bir seçenek olabilir.