Tayvan”lı usta yönetmen Tsai Ming-Liang”ın sekizinci uzun metrajlı filmi olan I Don”t Want to Sleep Alone(2006), dünya prömiyerini 64. Venedik Film Festivali”nde yapmış, ülkemizde ise 26.Uluslararası İstanbul Film Festivali”nde seyirciyle buluşmuştu. Yönetmenin aşk, yalnızlık ve iletişimsizlikten beslenen meditatif sinemasının geldiği en üst noktayı gösteren I Don”t Want to Sleep Alone, hiç kuşkusuz çağdaş sinemanın da en önemli eserlerinden biri olarak anılacaktır. İçerisinde birçok orijinal fikir ve çarpıcı an barındıran filmin, yönetmenin çok tartışılan ve eleştirilen bir önceki filmi The Wayward Cloud(2005)”a nazaran çok daha sakin ve yumuşak bir yapıya sahip olmasıyla da ilk filmlerini andırdığı söylenebilir. Yönetmenin daimi oyuncularından Lee Kang-sheng”in her zamanki Hsiao Kang karakteri dışında bitkisel hayatta olan bir adamı da canlandırdığı filmde öteki oyuncular ise Rawang isimli mülteci bir inşaat işçisini canlandıran Norman Atun ve garson rolünde Chen Shiang-chyi.
Pencereden geçip bitkisel hayattaki gencin üzerine düşen gün ışığının değişik tonlara büründüğü hoş bir açılış sekansıyla başlayan film, Hsiao Kang”ın meczup bir şekilde dolaştığı, dilini bilmediği bir şehirde dolandırıcılar tarafından dövülmesiyle devam eder. Rawang ve diğer mülteci arkadaşları ise çöpten çıkardıkları eski bir döşeği, baygın halde buldukları Hsiao Kang”ı da döşeğe sararak yaşadıkları derme çatma yere taşırlar. Döşeğin sahibi Rawang, bir yandan döşeğini temizleyip kuruturken bir yandan adamla alakadar olur. Büyük bir şefkat duygusu eşliğinde adamın her türlü ihtiyacını gidermeye, onu iyileştirmeye çalışır. Rawang”a benzer şekilde kafede çalışan kız da patronunun bitkisel hayattaki oğlunun bakımını üstlenmiştir.
Bir süre sonra Rawang”ın güneş altında kurumaya bıraktığı döşeği kullanmaya hazır hale gelir. Artık iyileşmiş olan Hsiao Kang ile birlikte uyumaya başlarlar. Döşek üzerinde uyumak istediği için Rawang tarafından kovulan arkadaşının, onun birlikte uyumak için her zaman bir yabancıyı getirdiğini belirtmesiyle anlaşılır ki, Rawang”ın çektiği derin bir yalnızlık vardır. Bir süre sonra ikisi döşeği sırtladıkları gibi kendilerini Rawang”ın çalıştığı devasa şantiyede bulurlar. Ortasında biriken suyun kocaman bir havuz oluşturduğu, ana konstrüksiyonu inşa edildikten sonra tamamlanmayıp yarım bırakılmış bu şantiyede, döşeği serip cibinliği kurarak uyumaya başlarlar. Bu zamanlarda Hsiao Kang, hem kafe sahibi kadın hem de onun hizmetçisi ile yakınlık kurmaya başlamıştır. Şehrin kuytu köşelerinde kafenin patronuyla birbirlerini tatmin ederlerken, genç kızla ise arzulu bir birlikteliğe başlamış gibidirler.
Derken şehre günlerce gitmeyecek bir pus çöker. çevrede yaşanan orman yangınları sebebiyle oluşan duman tabakası hayatı zorlaştırmaya başlamıştır. Şanslı olanlar gaz maskelerine sahip olurken, bizim karakterlerimiz kendilerini naylon poşetlerle ya da karton parçalarıyla korumaya çalışır. Yine de hava kirliliğinin ulaştığı ürkütücü boyutlar arzunun ve şehvetin önüne hiçbir şekilde geçemez. Rawang günlerce baktığı adamın ondan uzaklaştığını fark eder. Genç kızla yakınlaşan Hsiao Kang, kızı şantiyedeki döşeğe getirir. Filmin en uzun ve özel anlarını barındıran bu sahnede, dumana rağmen, nefes almakta bile zorlanırken tutkuyla sevişmeye çalışırlar. Daha sonraysa döşeği taşıyarak kızın yaşadığı çatı katına getirirler. Bu eski döşek uyunabilecek tek yermiş gibi, tüm ağırlığına rağmen ordan oraya sürüklenir, arzunun vücut bulmuş hali olur. Hsiao Kang döşeği çalarak Rawang”ın arzularını da çalmış, duygularını yıpratmıştır. Filmin finaline yaklaştıkça tüm hislerin sessizce dışa vurulduğu, aşkı, tutkuyu ve acıyı faltaşı gibi açılmış gözlerden okuyabildiğimiz, sessizlik içindeki anlara şahit oluruz. Her şeye rağmen, tüm öfkenin, kaybetmişliğin ve yılmışlığın harikulade bir plana bağlandığı, sözle anlatmanın imkansız olduğu final sekansıyla birlikte film noktalanır.
I Don”t Want to Sleep Alone”un, yönetmenin önceki filmlerinde de sıkça rastladığımız temalarını barındırdığı, fakat bazı temel farklılıklara da sahip olduğu görülebilir. Yönetmenin hikaye sinemasına yüz çevirmiş olan, atmosfer odaklı, karakterlerinin tüm bedenleriyle var olduğu uzun planlarla örülü sinema biçimini aynen muhafaza ettiğini, hatta önceki filmlerine nazaran daha üst bir tonda bunun gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Karakterlerin şefkat arayan yalnız mevcudiyetleri, arzuların sürekli yükseldiği erotizm yüklü davranışları ve öteki filmlerine nazaran daha düşük bir işleve sahip gibi görünse de mekanların neredeyse vazgeçilmezi olan su kullanımı bu filmde de tastamam mevcut. The Hole(1998) ya da The Wayward Cloud(2005)”a benzer bir şekilde, bu sefer orman yangınları nedeniyle şehre çöken pus üzerinden, film atmosferinin yaklaştığı distopik bir noktadan da bahsedebiliriz. Farklılıklara göz atacak olursak, en başta filmin mekanının bu kez Taipei değil, yönetmenin doğduğu ülke olan Malezya”nın Kuala Lumpur şehri olduğunu belirtelim. Yönetmenin ilk kez Tayvan dışında bir yapıma imza atması ve burada seçilen mekanların sıradışılığının filme yaptığı katkı önemli. Yönetmenin bir söyleşisinde belirttiği üzere, filmde kullanılan yapımı tamamlanmamış bina, 90”lı yıllarda Asya”da patlak veren ekonomik kriz esnasında projelendirilen fakat yapımı durdurulmak zorunda kalınan yapılardan.* Rawang”ın dahil olduğu göçmen inşaat işçilerinin belirttiğimiz yıllarda ülke gerçeklerinden biri olması, önceki filmlerinde de halkının sorunlarını ve ülke yönetimin tutumunu filmlerinde yorumlayan Tsai Ming-Liang için bir beslenme kaynağı olmuş. Bir diğer irdelenebilecek nokta ise Hsiao Kang karakterinin önceki filmlerine nazaran daha farklı bir şekilde sunulduğu, daha doğrusu filmin büyük bir kısmında bakıma muhtaç, edilgen bir pozisyonda tutulduğudur. Hsiao Kang”ın önceden alıştığımız davranışlarından ziyade daha soyut bir şekilde çizilmesi ise filmin yükünün Rawang karakteri üzerine aktarılan kısmıyla ve elbette Hsiao-Kang”ın yabancı bir şehirde bulunmasıyla açıklanabilir. Yine de bu tutumun yönetmenin sinemasında minik bir kırılma olarak okunabileceğini düşünüyorum.
Filmdeki bitkisel hayatta bulunan karakterin işlevi ise uzun tartışmalara gebe olabilecek bir mesele. Filmdeki şefkat duygusunu ve muhtaç olma meselesini irdeleyebilmek için Hsiao Kang karakterine yardımcı bir unsur olarak filme eklendiğini, ebediyen komada kalacak olmasının ise filmin sert karnını oluşturan bir şekilde, bir nevi umutsuzluğun, hüznün ve çaresizliğin simgesi olarak da okunabileceğini düşünüyorum. Buna karşın, özellikle Hsiao Kang”ın iyileşme sürecinden sonra sahip olmaya başladığı etkin konum, diğerleri tarafından bir arzu nesnesi haline getirilmesi ve tabiri caizse yavaş yavaş yükselmesi filmin her şeye rağmen daha umutlu ve hayat dolu olan yanını sunmak için var denebilir.
Filmin hem karakterlerine hem de seyirciye olan tavrını göz önüne aldığımızda, bu tavrın duyguları sabote etmekten özenle kaçınan, sunduğu birçok sert ana rağmen bunları afallatmak gayesiyle değil, insan ruhunun derinliklerini ve gündeliğin mucizevi detaylarını daha iyi anlayabilmemiz için gerçekleştiren bir yaklaşım olduğunu hissedebiliyoruz. Rawang hayatına giren bu yabancıya nasıl nazik bir şekilde davranıyorsa filmde bize öyle davranıyor. Hayatın ve güzelliğin çok minik detaylarda saklı olduğunu, neredeyse ölü diyebileceğimiz anların içine sakladığı kıpırdanmalarla aktarıyor. Böylece mekanın, sokakların, suyun, dumanın, döşeğin, ışıklı lambanın toplamından oluşan bu bütün, ağır ağır ama uyumlu bir şekilde, bir nehir gibi akıyor.
Sahip olduğu üstün manevi nitelik, muhteşem anlarla dolu filme karşı olan konumumuzu iyi ayarlamamız konusunda bizi uyarıyor. I Don”t Want to Sleep Alone için, yalnız yatmak istemeyen bir adamın, kendine ait bir hayatı olmayan garson kızın, zavallı bir konumdan arzu nesnesine dönüşen bir yabancının, bitkisel hayattaki bir gencin hayal dünyasının ya da çok eski bir döşeğin oradan oraya sürüklenişinin hikayesi denebilir. Her nasıl açıklamaya çalışırsak çalışalım temel bir derdi var filmin, o da şefkat. Birine dokunarak, sevgini ve arzunu göstererek onu iyileştirebilecek olmanın enfes duygusu. Bu sebeble ki film boyunca birbirleriyle tek kelime dahi konuşmamış, birbirlerine sözleriyle değil bedenleriyle, vücut sıcaklıkları ve arzularıyla iletişim kurmuş bu insanların sonunda, su üstünde yüzen bir yatakta hep birlikte uyumalarını garipsemiyoruz. Bu umut taşkınından bize düşebilecek olan kalıntıların hayalini kurmak bile I Don”t Want to Sleep Alone”u defalarca izlemek için yeterli bir sebep.
*http://theeveningclass.blogspot.com/2006/09/2006-tiff-hei-yan-quan-i-dont-want-to.html