Raw, bütün aile üyeleri gibi veteriner olma yolunda olan Justine’in, annesi ve babasının mezun olduğu, ablasının ise okumakta olduğu ülkenin en iyi okullarından birine gitmesiyle başlıyor. Okulun gelenekselleşmiş, yeni öğrencileri ezme haftasında Justine, vejetaryen olduğu halde çiğ tavşan böbreği yemek zorunda kalıyor ve bu andan itibaren vahşi bir yamyama dönüşmeye başlıyor. Cronenberg ve Lynch sinemasından izler taşıyan film, Hannibal’dan (2001) alışkın olduğumuz sofistikasyon ve kanibalizm ikilisini tekrar bir araya getiriyor. Yönetmen Julia Ducournau’nun ilk uzun metraj filmi olan Raw, ülkemizde ilk kez 36. İstanbul Film Festivali’nde gösterime girmişti.
Birey, bir topluma ait olduğu sürece toplum ve yasalar tarafından oluşturulan kurallara boyun eğer. Aynı şekilde toplum da bireyin kendi kararlarını –eğer bu kararlardan toplum zarar görmüyorsa- kabul etmelidir. Kendi doğruları toplumla çelişen birey, ya toplum tarafından reddedilir ya da toplumun uygun gördüğü şekilde yaşamayı öğrenerek kendi kimliğini kaybeder ve başka bir kişi olur. Bu durum hem ahlakla hem de faydacılıkla alakalı bir durumdur. Justine çekirdek aileden, okuldaki diğer öğrencilerden ve toplumun genelinden gelen baskılara boyun eğmeyip bir anlamda kişisel keşif yolculuğuna çıkıyor. Filmde bu yolculuğun ne kadar zor olduğunu hareket ve aksiyonlar değil, durum ve reaksiyonlar belirliyor. Filmin izleyicide bıraktığı o korkunç ve rahatsız edici his, izleyicinin Justine’in bu baskılar karşısında hissettiklerini anlamasını sağlıyor. Gittikçe genişleyen bu baskı zinciri, Justine’in bu baskılara dayanamaması ve hazza ulaşmak için -tıpkı A Cloclwork Orange’da (1971) olduğu gibi- şiddete şiddetle karşılık vermesi ilk bakışta göze çarpıyor. Cinsellik ve şiddet teması, insanın her yerde bulunan her şeyi her zaman erişilebilir kılmak amacıyla dünyasını genişletmek,varlığına yönelik tüm ön tanımları askıya almak, yeri belirlenmiş her şeyi yerinden etmek ve yapılan her şeyi geri almaya yönelik güçlü arzusunu ifade eder. Justine bir anlamda, Nietzsche’nin tabiriyle bütün değer yargılarını yıkarak nihilist ve güç yanlısı üstinsana ulaşmaya çalışıyor, bir yandan da yaşadığı ve yaşattığı vahşet onu kendi kimliğini reddetmeye ve kaybolmaya itiyor.
Antik Yunan’da, Delphoi’da bir rahip olan Plutarkhos, et yemek üzerine bir deneme yazar ve bu denemede, et yiyenlerin hayvanları avlayarak öldürmeleri ve onları pişirmeden, çıplak elle yemeleri gerektiğini söyler. Çünkü ancak bu şekilde et yemenin nasıl bir şey olduğu keşfedilir ve insan ancak bu durumda et yemenin doğru veya yanlış olduğuna karar verebilir. Bu sayede yediği etin sonuçlarını doğrudan görebilmiş olur ve yaptığı eylemi ahlaki açıdan doğrudan irdeler. “Hayvan eti yemek insan eti yemekten farksız,” diyen Justine’in Raw’da yaptığı, bu bağlamda bir ahlak sınavına dönüşüyor. Bu şekilde okunduğunda film bahsedilen üç ana baskıyla birleşerek hayvan eti yemenin Justine üzerinde yarattığı tepkinin korku ve vahşet dolu tasvirine dönüşüyor. Justine, kendini etin, cinselliğin ve şiddetin verdiği hazza kaptırırken diğer yandan da kendini çaresiz ve suçlu hissediyor.
Yönetmen Ducournau, bir dışavurumu hem korkunç, hem rahatsız edici, hem de melankolik bir şekilde sunmayı başarıyor. Mekan, müzik ve senaryo birbirleriyle kusursuz bir uyum içerisinde ve bütün bunlar filmi salt vahşet sahneleriyle dolu sıradan bir filmden çıkararak, izleyiciye bir şeyler anlatmak isteyen ve bunu korku unsurlarıyla betimleyen sembolik bir filme dönüştürüyor.