1898, çölün ıssız ve üstü kıt toprakları. Ancak yara kabuğu gibi sert ve aksi görünümün altında bir kimseye dünyaları bahşedecek değerdeki madenlerin serili olma umudu, Daniel Plainview’i harekete geçirmiştir. Genç adam katı toprağı hırsla kazarken dengesini kaybederek düşer ve ayağını kırar. Fakat böyle bir talihsizlik, Daniel’ın içindeki hırsı söndürebilecek, hatta onu azaltacak kudrette değildir. Ve genç adam arayışına devam eder. Sürünerek de olsa, terinin son damlasına kadar “ilerler.” Bu sözde ilerleyiş, bir yandan vicdanı, ahlakı, erdemleri geriye götüren bir yola sürükler genç adamı. Daniel yoluna devam ettikçe objektifler, ardındaki çorak tepelere çevirir yönünü. Yol uzundur; ne vadettiği belli olmayan bir sonsuzluk kadar uzun… Kim kazanacaktır bu ölüm kalım savaşını? Hırsların kamçıladığı insan mı, yoksa davetkâr fakat bir o kadar haşin topraklar mı?
Upton Sinclair’in Oil! (1926-27) adlı romanından uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Paul Thomas Anderson’ın yer aldığı There Will Be Blood (2007), bu açılış sahnesiyle aslında hem bir soru işaretini başlatır hem de filmde yaşanacaklara dair önemli ipuçları bırakır. Umutların isteklere, isteklerin arzulara ve arzuların da hırslara dönüştüğü insanlık hikâyesi, giriş sahnesindeki bu insan-doğa yarışıyla dahi özetlenmiştir bir bakıma. Daniel’ın başlangıçta gümüş arayışı ile çıktığı yol, daha sonra büyük petrol kuyularına doğru evrilir. Bu uğurda petrol bulundurma potansiyeli olan her karış toprağı satın almaya çalışmış, sahip olduklarını adım adım kazmıştır. İnsanın bu serüveninde doğanın bir destekçi değil de karşıt taraf olarak yansıtılması, bizleri eko-eleştirel bir film okumasına davet eder. Ancak hem filmin uyarlandığı romanın kaleme alınma tarihi hem de filmin, saldırı amacıyla doğrudan doğayı hedef almamış olması, filmin ekolojik bir bilinç çerçevesinde işlenmediğini ortaya koyar. Dolayısıyla yapılacak bir eko-eleştiri, ancak bu bilincin yoksunluğunu ortaya koymakla yetinecektir: Ekolojik bilince sahip olmayan bir kurguda doğa, sömürgeci Batı medeniyeti için kurban edilen/gözden çıkarılan bir bağlamdan öteye gidemez.
Bu argüman, aynı zamanda 20. yüzyılın başlarında ekolojik bilincin neden oluşamadığını da kendi içinde itiraf eder. Sömürgeci politika, amaca giden yoldaki her unsuru harcamayı ilke edinmiştir. Verilen hasar, bu uğurda yok edilen doğal alanlar, toplumlar, halklar, kültürler, diller veya dinler, sömürgeci politikaların ancak ikinci derecede önem atfettiği unsurlardır. Birinci sırada ise daima maddi kaygılar yer alır. Doyurmanın mümkün olmadığı bir hırsla kamçılandıkça daha büyük araziler, doğal alanlar ve buralarda yaşayan toplum, gerekirse insana ilişkin her şeyle beraber yok edilebilir. Böylesi bir ilke de ekolojik bilinç bir yana, insan haklarına dahi aykırı pek çok duruma meşruiyet getirir. Daniel’ın gümüş işini bırakıp dört yıllık bir süreçte petrol arayışına girmesiyle başlayan trajedi de yaşanacak sömürge hikâyesinin ne denli “kara” ve yok edici olacağını ima eder.
Özetle gümüşçülüğün ardından petrol işine soyunan Daniel, bu alanda kısa sürede isim yapar. Talihsiz bir kaza sonucu çalışanlarından biri ölünce işçinin oğlunu evlat edinir ve küçük çocuğa kendi dünyasının bakış açısını ince ince işlemeye başlar. Bir gün Paul Sunday adlı bir adam, yaşadığı Little Boston bölgesinde petrol olduğu bilgisini Daniel’e satınca hırslı adam, hedeflerini Güney Kaliforniya’ya doğrultur. Bölgede Paul’ün kardeşi rahip Eli Sunday’in -sözüm ona- egemenliğindeki muhafazakâr bir toplum yaşamaktadır. Eli, ancak kiliseye yardım yaptığı takdirde Daniel’a bölgenin topraklarını satacağını söyler. Böylelikle halkın dine bağlı sosyal yapılanmasını çözümleyen Daniel, Katolik Kilisesi’nin resmi öğretisi olan endülijans (indulgence) sistemini anımsatan bir yaklaşım getirir. Kendisine satılacak toprakların karşılığında halka yollar, okullar, imarethaneler, kiliseler vadeder. Dinin, büyülü bir dille süslenmiş manipülasyonları yoluyla kazandığı yaptırım gücü, Daniel’in kasaba meydanlarında yaptığı coşkulu konuşmalarda açık şekilde görülmektedir. Bu konuşmalar sırasında Daniel, halkın içinde idealize edilmiş bir medeniyet arzusunu kabartır. Oysa genç adam, verdiği bu sözlerin hiçbirini tutma niyetinde değildir. İyi bir kurgucu ve hikâye anlatıcısıdır yalnızca. Ne ki Eli, bölgede gerçekten petrol olduğunu bilmektedir ve Daniel’in önerdiği düşük fiyatları reddeder. Böylelikle tartışma, kilise ile sömürgeciler arasında bir toprak kavgasına dönüşür.
Daniel her seferinde kilisenin uygulamalarını küçümser. Kiliseye yaptığı bir ziyaret sırasında Eli’ın şeytan çıkarma ayini, Daniel’de topluma karşı bir iğrenme ve nefret başlatır. Bu sırada petrol arama çalışmalarında yaşanan bir kaza, bir işçinin ölümüyle sonuçlanır. Daniel, bu durum için doğrudan Eli’ı suçlar. Dinin, insanları koruyamadığını iddia eder. Çok geçmeden yaşanan bir başka kaza da Daniel’ın iddiasını destekler. Bir patlama şeklinde gerçekleşen kazada bakımını üstlendiği üvey evladı, işitme yetisini kaybetmiştir. Fakat bunun bir talihsizlik mi yoksa küçük çocuğun menfaatine bir durum mu olduğu, Daniel’ın gittikçe kabaran hırsına bakarak sıkça sorgulanır. Zira sağır olan çocuk, bundan böyle babasının manipülasyonlarına maruz kalmayacaktır. “Petrol karası kirli kelimeler”i duymayacak, kendini bu dimağdan koruyacaktır. Nitekim sağır olmasının ardından küçük çocuk için insanlığın yeniden kazanıldığı, erdemlere ait kavramların yeniden yazıldığı bir hayat başlar. İronik bir şekilde çocuk, işitme yetisini kaybederek sömürgeci dimağa maruz kalmaktan kurtulurken Daniel petrol karası hırsıyla gitgide körleşmektedir.
Gözlerin gittikçe karardığı bu bölümde Tolstoy’un İnsan Ne ile Yaşar adlı novellasının derin izlerini görmek mümkündür. Tıpkı oradaki başkahraman gibi Daniel, petrol yataklarının bulunduğu toprakları elde etmek için her şeyi göze almış, varını yoğunu ortaya koymuştur. Bu uğurda üvey evladını bir yurda göndererek ayak altından uzaklaştırmayı dahi göze alır. Yıllar yılı öz çocuğu gibi sahiplendiği kişiden, bir “eşyadan kurtulur gibi” ayrılabilmesi, sömürgeci politikanın bir başka sonucuna işaret eder: metalaştırma. Buna göre tıpkı Little Boston toprakları gibi insanlar, dinler, inançlar metalaştırılarak alışveriş pazarının tezgâhına konabilir, sahip olunabilir, sahibin dileğince tasarruf edilebilir. Böyle bir hırsın zincirlerine bağlanmış bir insansa şüphesiz, gözlerini kör eden vaatler için yaşar.
Filmin gönderme yaptığı bir diğer önemli eserse John Steinbeck’in İnci’sidir. Romanda hayatlarına bir anda dahil olan değerli bir inciyle birlikte yoksul Santiago ve ailesi, günden güne incilerinin kölesi hâline gelir. Sonunda tabir caizse “dini imanı inci” olan aile, çocuklarını kaybetmiş, dağılmış, paramparça ve hiçbir şeysiz kalmıştır. Nitekim Daniel için de süreç buna benzer ilerler; filmin başında yöneltilen soru, böylelikle cevabına ulaşmaya başlar. Siyah petrol, Daniel’ın incisidir bir bakıma. Ona sahip olma tutkusuyla etrafındaki her şeyi harcayıp tüketirken bir yandan artan mal varlığı, erdem ve ahlak yönünden tükenmişliğini perdeler. Ne ki filmin sonunda aynı para ve mal varlığı hırsına kapılmaktan kendini kurtaramayan bir tek o değildir. Eli de kilise için yapılan yardımları kumarda kaybetmiş ve Daniel’den para istemeye gelmiştir. Bu olay, maddi çıkarlar için bir zamanlar kilise ile bağlarını tamamen koparmış olan Daniel için intikam fırsatıdır. Rahipten bağırarak tanrıyı reddetmesini söyler ve tatmin olana kadar bunu defalarca tekrarlatır. Sonunda da dizleri üzerine çöküp haysiyetini yerlere seren adamı bowling lobutuyla öldürür. Petrol karası bir kan sızar yere. Daniel cesedin başında tek başına oturur, “İşim bitti,” der. Hayatında karşısına engel olan insanları yok etmiş, satın aldığı toprakları parçalamış, sevgisini ve saygısını kazanan kimseyi yanında tutamamıştır. Petrol işini tamamlamıştır pekâlâ, ancak ilk sahnede olduğu gibi kendi bedenini kırmış, kanını masumların bedeninden akıtmıştır.
Daniel, sömürgeci toplumların politikalarını ve yaptırımlarını tek bir bedende canlandırırken bugün maalesef onun gibi insanları geniş kitleler hâlinde dünyanın her karışında görüyoruz. Üstelik sömürge faaliyetlerinin bir sonucu, aynı zamanda “besini” olan kapitalizme dâhil olarak bu ateşi daha da büyütüyoruz. Bataklık bu denli büyüyüp geri dönülmez biçimde çoğu değeri elimizden almışken bu noktada yitirilenleri kurtarmanın bir yolu yok ne yazık ki. Ancak bir bataklıkta olduğumuzu hatırlamak, hiç değilse Daniel gibi kimselerin çevremize kurduğu büyülü, idealize dünyaların aslında başka amaçlara hizmet eden birer tuzak olduğunu görmemiz için en büyük adım. Belki daha fazla kan çıkmadan önce, içinde azılı hırsların gezdiği kanımıza sahip çıkmamız gerek. O vakit insan, değerlerin madde ile ölçülemeyeceğini anlar. O vakit insan, insan ile yaşar, insanlık için yaşar.