Park Chan-wook sineması, kariyerinin en erken dönemlerinden itibaren, sıradan gibi görünen insanların hayatlarındaki tekinsiz kırılma anlarını, devlet aygıtının soğuk yüzünü ya da piyasa şiddetinin günlük yaşama sızışını mercek altına alan bir çizgi izlemiştir. İntikamın soğuk yenen bir yemekten ziyade, yiyeni de zehirleyen bir süreç olduğunu onun filmlerinde deneyimledik. Ancak yönetmenin 2025 yapımı son filmi No Other Choice, onun filmografisinde sadece yeni bir halka değil; insanın sıkıştığı anda verdiği kararların aslında özgür birer seçim değil, kaderin ve koşulların önüne koyduğu acımasız birer zorunluluk olduğunu yüzümüze çarpan en karanlık, en sert ve belki de en olgun manifestosu olarak öne çıkıyor.
Filmin hikâyesi, modern kapitalizmin en kırılgan noktasına, işlevsizleşen bireye odaklanır. Yıllarını bir kâğıt fabrikasına vermiş, işini hayatının, hatta kimliğinin merkezi yapmış orta yaşlı bir adam, şirketin küçülme politikaları ve teknolojik yenilenme bahanesiyle kapının önüne konulur. Baş kahramanımız (Lee Byung-hun’un canlandırdığı karakter), bu ani kovuluşu sadece ekonomik bir kayıp olarak değil, varoluşsal bir imha olarak yaşar. Evdeki konforunu, eşinin ve çocuklarının yaşam standartlarını koruma takıntısı, onu kısa sürede paranoyak bir çaresizliğe sürükler. Aynı pozisyon için başka firmalara başvurduğunda, karşısına çıkan diğer adayların kendisinden daha genç, daha donanımlı veya daha aç olduğunu fark etmesi, zihninde geri dönülmez bir kırılma yaratır. Sistem tarafından ıskartaya çıkarılmış bu adam, işi kapabilmek için “rakiplerini” yetenekleriyle değil, fiziksel varlıklarını ortadan kaldırarak elemeye karar verir. Bu noktadan sonra hikaye, bir iş bulma mücadelesini, beyaz yakalı bir babanın trajikomik ve kanlı bir seri katile dönüşüm hikâyesine evrilir.
Filmi diğer seri katil anlatılarından ayıran en temel fark, You Man-Su’nun psikolojik derinliğinde yatıyor. Yönetmen, karakterini doğuştan kötü bir sosyopat olarak değil, şartların canavarlaştırdığı bir “sistem kurbanı” olarak resmediyor. Lee Byung-hun, karakterin içindeki o sessiz çığlığı o kadar ustaca yansıtıyor ki, izleyici olarak kendimizi korkunç bir ahlaki ikilemin içinde buluruz: Onun yaptıklarından tiksiniyoruz ama motivasyonunu, “evine ekmek götürme” güdüsünü anladığımız için onunla hastalıklı bir empati kurmaktan da kendimizi alamıyoruz.
Karakterin cinayetleri işleme şekli, bir tutku suçundan ziyade, fabrikadaki bir makinenin çalışması gibi metodik, soğukkanlı ve yapılması gereken bir iş havasında görünüyor. İlk cinayetinde elleri titreyen, midesi bulanan o adamın, zamanla rakiplerini birer pürüz olarak gören, onları dosya tasnif eder gibi ortadan kaldıran bir profesyonele dönüşmesi, filmin en tüyler ürpertici katmanını oluşturuyor. Bu dönüşüm, Park Chan-wook’un kötülüğün sıradanlığına yaptığı en sert vurgulardan biri gibi duruyor.
Film ilerledikçe zaman algısı da You Man-Su’yla birlikte bozulur. Mülakat günleri, cinayetler ve aile hayatı birbirine karışır; aynı sabah ritüelleri, aynı kravat bağlama hareketleri, aynı sahte gülümsemeler tekrar eder. Park Chan-wook, bu döngüselliği özellikle vurgulayarak şiddeti bir patlama anı olmaktan çıkarır ve gündelik hayatın sıradan bir parçası hâline getirir. Cinayet, bu dünyada istisna değil, takvimde işaretlenmiş bir görev gibidir. Bu tekrar hissi, karakterin ahlaki çöküşünü hızlandırırken, aynı zamanda modern erkekliğin ve ailenin geçimini sağlama mitinin karanlık bir otopsisini de sunar. You Man-Su’nun şiddete yönelmesi yalnızca ekonomik bir panik değil; statüsünü, onurunu ve baba rolünü yitirme korkusuna verilen patolojik bir tepkidir. Film, ailesi için her şeyi yapma söyleminin nasıl tehlikeli bir meşruiyet alanı yarattığını, şiddeti bir sapma değil, kaçınılmaz bir zorunluluk gibi kodlayarak rahatsız edici bir berraklıkla gözler önüne serer.
Senaryonun en güçlü yanlarından biri de kurban olarak seçilen diğer adayların (rakiplerin) tasviridir. Bu insanlar, baş kahramanımızın düşmanları değil; bilakis onun aynadaki yansımalarıdır. Onlar da işsiz, onlar da evlerine para götürmek istiyor, onların da bakmakla yükümlü oldukları çocukları var. Kahramanımız tetiği her çektiğinde veya ölümcül darbeyi her indirdiğinde, aslında sembolik olarak kendinden bir parçayı, kendi sınıfdaşını öldürüyor. Film, kurbanları sadece birer “hedef” olmaktan çıkarıp, onları da derinliği olan karakterler olarak sunarak You Man-Su’nun suçluluk duygusunu ve seyircinin huzursuzluğunu katmerliyor. Özellikle kurbanlardan biriyle kurduğu kısa süreli, samimi diyalog sonrası gelen o kaçınılmaz son, filmin dramatik zirvelerinden birini oluşturur.
Diğer yanda ise Son Ye-jin’in hayat verdiği eş karakteri duruyor. O, kocasının gündüzleri iş arama bahanesiyle çıkıp birer birer rakiplerini avladığından habersiz, aileyi bir arada tutmaya çalışan bir figürdür. Ancak yönetmen, kadını sadece “habersiz eş” konumuna hapsetmiyor; evin içindeki gerilimi, sessiz bakışmaları ve söylenmeyenleri onun üzerinden okuyoruz. Akşam yemeklerinde masaya çöken o ağır sessizlikte, eşinin, kocasının ruhundaki bu karanlık değişimi sezgisel olarak fark ettiğini ama hayatta kalma içgüdüsüyle bunu görmezden gelmeyi seçtiğini hissediyoruz. Bu da suça sessiz bir ortaklık gibi okunuyor.
Bu duygusal sıkışmışlık, filmin teknik işçiliğinde de kusursuz bir karşılık buluyor. “Kâğıt fabrikası” metaforu filmin tamamına sinmiş durumda; hayatlar kâğıt kadar kolay yırtılabilir, buruşturulup atılabilir. Görüntü yönetimi, hikâyenin ruhuna uygun olarak bilinçli bir şekilde soğuk tonlara, özellikle de metalik gri, soluk mavi ve fabrika beyazı ağırlıklı bir palete yaslanıyor. Bu renkler karakterin ruhsal çoraklığını yansıtırken, zaman zaman kadraja giren sarı–turuncu sokak lambaları, izleyiciye bir nefes aralığı sunmak yerine yaklaşan tehlikenin habercisi gibi kullanılıyor.
Kamera hareketleri ise filmin gergin atmosferini bir an bile düşürmeyecek şekilde tasarlanmış. Omuz kamerasının hafif ama sürekli titreyişi, karakterin zihnindeki psikolojik istikrarsızlığı perdeye taşıyor. Dar koridorlar, penceresiz mülakat odaları, sonu gelmeyen boş otoyollar. Tüm bu mekânlar, sadece birer arka plan olmaktan çıkıp karakterin iç dünyasının dışavurumu, ruhunun somutlaşmış hapishaneleri hâline geliyor.
Sonuç olarak, yönetmenin önceki filmlerine, örneğin Oldboy’un (2003) stilize şiddetine veya Decision to Leave’in (2022) melankolisine baktığımızda, No Other Choice’ın hem tanıdık hem de belirgin şekilde farklılaşmış bir sinema diliyle karşımıza çıktığını görüyoruz. Park Chan-wook bu kez bireyin toplum karşısındaki çaresizliğini, işsizlik, güvencesizlik ve statü kaybı gibi çok daha somut ve yakıcı bir zemine oturtuyor. Film bittiğinde ekranda akan yazılara bakarken, izleyiciyi o rahatsız edici soruyla baş başa bırakıyor: “Ben olsaydım, ailem için ne kadar ileri giderdim?”

























